Batılılaşma Sürecinde İslamcılığın Serüveni
Gazeteci-Yazar Hamza Türkmen'in Vuslat Dergisi'inde yayınlanan, "Batılılaşma Sürecinde İslamcılığın Serüveni" adlı yazısı:
Batılılaşma Sürecinde İslamcılığın Serüveni
Hamza Türkmen
Osmanlı devleti ve toplumu ümmetin son bakiyesi idi. Kâtip Çelebi ve tarihçi Naima’dan itibaren devletin de toplumun da zafiyet nedenleri üzerinde durulmuştu. Düşmanımız ise kendi iç çekişmelerine rağmen İslam ve ümmet coğrafyası hakkında aynı menzilden düşmanca bakıyordu. Sömürgeci Avrupa’nın en önemli hedefi Osmanlı topraklarıydı ve bağlı olarak Kuzey Afrika ile Hint kıtasıydı.
Hem zaafa uğramış ümmeti ıslah yolunu gösterip uyandırmak hem Müslim olarak var kalabilmek için Batı’nın sömürgeciliğine ve işgaline karşı direnebilmek için 19. Yüzyılın ikinci yarısında Hindistan’dan Osmanlı payitaht merkezine kadar ıslah öncülerimiz “İttihad-ı İslam” stratejisini gündeme getirdiler. Yani içtihadi yorumları ve ikincil derecedeki füruat konularını bir tarafa koyup, ed-din’in asıllarının savunulması için el ele verip saflarımızı birleştirme çağrısı yapıldı.
Topraklarımızı işgal etmek ve ümmetimizi sekülerleştirmek isteyen Avrupa emperyalizmi İngiliz ekseninden Almanya eksenine kadar “İttihad-ı İslam” stratejisi karşısında bugün İslamofobi’nin üretilmesi gibi o dönemde bizi tanımlayan kavramlar ürettiler. İttihad-ı İslam terkibi “Pan-İslamizm”e dönüştürüldü, Pan-islamizmin yerine ise Yusuf Akçura gibi ulusçuluğun tesirindeki içimizdeki kelam erbabı veya yetkili bazı kişiler “İslamcılık” terkibini monte etmeye başladılar.
Hicri 3., 4. Asırda yaşamış olan İmam Eş’ari “Makaletü’l İslamiyyin İhtilafü’l Musallin” kitabının isminde İslamcılık olarak değerlendirilen “İslamiyyin” ifadesini kullansa da, 19. Yüzyılda bir tarzı siyaset olarak gündeme gelen İslamcılık ifadesi daha ziyade Müslümanların kalan gücünü Osmanlı Devleti’ni kurtarmak için seferber etmek anlamına geliyordu. Yani bu ifade ümmeti yeniden ıslah ve inşa etmek yerine, sadece Batı’ya karşı tepki göstermek anlamına geliyordu. 1774 Küçükkaynarca Antlaşması’nda ilk defa resmi kayda geçen Hilafet kavramı da Batı kuşatması karşısında İslamcılık gibi sadece bir tarzı siyaset olarak kullanılmıştı.
Urvetu’l Vuska’nın Osmanlı Merkezi’ndeki ıslah erbabı takipçileri olan Sırat-ı Mustakim ve Sebilürreşad editörleri İttihad-ı İslam yerine İslamcılık ifadesini kullanmadılar. Hatta Babanzade Ahmet Naim tarafından “İslam Kavmiyetçiliği Reddeder” risalesinde bu kullanım eleştirilmiş ve İslam veya Müslim kavramlarının anlatılmasında “cı, ci, lık, lik” eklerine ihtiyaç olmadığı belirtilmiştir. “Buhranlarımız” adlı kitabında işlendiği gibi Said Halim Paşa ve bugün için İslamcılık kavramı ile anlatılmak istenen olumlu muhtevayı “İslamlaşma” ifadesi ile karşılanmıştır.
Cumhuriyet döneminde ise 1970’li yıllara kadar İslamcılık kavramı, rejim açısından “mürteci, yobaz, şeriatçı” gibi suçlayıcı ve aşağılayıcı ifadelerle İslami etkinlikler için kullanılmıştır. Bahsi geçen etkinlikler ise Lozan Antlaşması dayatmasını Şubat-Mart 1923 aylarında TBMM’de tartışıp karşı çıkılması; 27 Mart 1923’teki I. Meclis darbesinden itibaren idamlara, tutuklamalara, sürgün ve süikastlere rağmen Batıcı seküler devrimlere güç oranında tavır alınmasıdır. Batıcı, Türkçü Kemalist devrimlere razı olmayan binlerce ilim ve hizmet adamı 1925’ten itibaren idam edilmiş, yüz binlercesi de tutuklama, işkence ve sürgünlere maruz kalmıştır.
Medreselerin kapatıldığı, Haccın ve sivil Kur’an eğitiminin yasaklandığı, Müslümanların tesettür algısına el uzatıldığı dönemlerde gizliden gizliye İslami aidiyetlerini şekilsel olarak da devam ettirmeye çalışan çabalar ve öncüler de Cumhuriyet roman, hikâye ve şiirlerinde ve eğitmenlerin dilinde “mürteci, yobaz, şeriatçı” olarak itham edilmişler; bu ithamlara rağmen sinmeyen ve teslim olmayan çalışmalar bu sefer Tarık Zafer Tunaya gibi Kemalist devrimlerin akademisyenleri tarafından İslamcılık diye kriminal ithamlı bir çerçeveye alınmışlardır.
İşte İslamcılık ifadesi de en azından ilmihal düzeyinde İslami etkinliklerini sürdüren Müslümanlar tarafından 1960’lardan itibaren bu Batıcı elitlerin, sivil ve asker Kemalist bürokrasinin aşağılayıcı suçlamalarına karşı, “Evet biz İslamcıyız” tarzında cevap olsun diye kullanılmaya başlanmıştır. “Evet, biz İslamcıyız” tepkisi, muhtemelen Ceza Kanunu’nun Müslümanlara ceza yağdıran163. Maddesine göre “Evet biz Şeriatçıyız” ifadesinden daha korunaklı olduğu için dillendirilmiştir.
İslamcılık ifadesi yine dışarıdan bir tanımlama ile 1970’li yılların sonlarından itibaren artık “sığınmacı ve dar ilmihal dindarlığı”ndan ziyade, vahyi bilinçlenme süreçleriyle arınmaya çalışan tevhidi uyanış çabaları için kullanılmaya başlanmıştır.
Türkiye’de 1970’li yılların ortalarından itibaren temayüz eden Tevhidi uyanış veya İslami bilinçlenme çabaları “İslam’ın bütün ünitelerini nefislerimize ve hayata hâkim kılma ideal ve aksiyonu”nu ifade ediyordu. Rabbimizin bizleri tanımladığı kavram da “Müslim” (22/78) idi. 1970’li 80’li yıllarda Tevhidi Uyanış Süreci kendini sağcı, milliyetçi, devletçi, batini yaklaşımlardan arındırırken kendine sadece Müslüman sıfatını uygun gördü. Batı Çalışma Grubu 1991’de TSK bünyesinde İslami gelişmelere karşı operasyon amacıyla illegal olarak kurulmuştu. BÇG ile irtibatlı ve İslami faaliyetlere müdahale etmek ve gerektiğinde darbe yapmak azmindeki subaylar da kendilerine “Müslüman” demeye; hatta Yaşar Nuri gibi modernist ilahiyatçılardan destek de alarak “Kur’an İslamı” terkibini kendilerine yakıştırmaya başlamışlardı.
Bu süreçten sonra İslami mücadelenin içinde olan Müslümanlar atalet içindeki Müslümanlardan ayrıca kendilerine Kur’an Müslümanı diye takdim etmeye başlayan Kemalist darbeci subaylardan farklılıklarını ifade etmek için İslamcı ifadesini kullanır oldular.
Bugün Kur’ani bir kavram olmamasına rağmen hem küresel kapitalist yayılma ve hayat biçimine karşı tavır almayı hem de İslam’ı asıllarından kalkarak itikadden amele, fikriyattan siyasete kadar bir bütün olarak savunan insanların bir kısmı kendilerine ek olarak İslamcı diyorlar. Bu çaba içinde kendini tanımlamasa da, karşıdan veya Batı’dan algılandığı biçimiyle bu doğrultuda görülen veya bu doğrultuya kapı açan herkese de Recep Tayyip Erdoğan örneğinde olduğu gibi İslamcı deniliyor.
Bugün “Müslüman” kavramının kimliksel bulunaklığını arındırmak için “mü’min, muslih, salih, sıddık, şahid, şehid, muttaki, alim, takva” gibi ek kavramları kullandığımız gibi; olumlu bir tanımlamayla İslam tarihi süreçlerinde üretilen “İslamcılık” kavramını da kullanılmaktadır.
Ancak İslamcılık kavramının ıstılahi planda özgünlüğünün tartışılması ve İttihad-ı Terakki’nin bir tarz-ı siyaset olarak pragmatik amaçla kullandığı İslamcılık yanında, milli kimlikten arınamamış dindarların eklektik İslami duyarlılıklarına da İslamcılık denmesi kavramın anlaşılmasını veya ne anlama geldiğini bulanık hale getirmektedir.
Olumlu bakabileceğimiz İslamcılık tanımı “mü’min, muslih, salih, sıddık, şahid, şehid, muttaki, alim, takva” kavramlarını içerecek tarzda İslam’ın itikadi, ibadi ve siyasi olarak tüm olarak anlaşılması, yaşanması ve yaşatılması hali olabilir.
Islah çizgisi için İslamcılık ifadesi araçsaldır. Önemli olan İslamcılık eğilimi ile İslam’a yönelen duygusal aidiyetleri, vahyi bilinç düzeyine çıkartabilmektir. Ama tüm Müslümanlar başkalarını ihya etmeyi öncelemeden, ilkin kendi nefislerini ıslah etmeli ve kendilerini inşa etmelidirler.
Ve sonra tebliğ ve tanıklıktaki ilk merhalemiz, sempatizanlık bağlamında İslami aidiyetlere kapı açan insani ve İslami duyarlılığı veya İslamcı ruhu Batılı felsefeye ve yaşam tarzına karşı örneklendirerek yaygınlaştırabilmek olmalıdır.
İkinci merhalemiz, kendini İslamcı kabul edenleri veya İslami duyarlılık sahiplerini, gereğince vahyi ölçülerle tanıştırıp köklü bir değişim ve dönüşüme yöneltmek; hep birlikte vahyin tanıklık ahlâkına ulaşabilmektir.
Üçüncü merhalemiz ise, vahyi bilinç ve şura temelinde sabikun’u ya da vahyin şahidlerinden olan öncü devrimci nesli veya muslihun’u şura temelinde çoğaltabilmektir. Çünkü amacımız dağılmış ve ulus toplum aidiyetlerine bölünmüş olan vahiy ümmetini yeniden ihya ve inşa edebilmek için Batılı paradigmaya ait olan seküler ulustan, vahyin tanıklığını üstlenecek olan ümmet yapısına yürüme yollarını oluşturabilmek olmalıdır.
Rabbimizin Şüheda dediği ilk Kur’an nesli, diriliş nesli, öncü nesil denilen düzeyi yakalamak, daha büyük sınavlara hazırlanmak için olmazsa olmaz bir olguyu, kalkış noktasını ifade etmektedir.
Doğru tanımlanan veya vahyi olana yönlendirilmesi gereken İslamcılıktan beklenen ilk hamle, Şüheda nesli’ni veya Seyyid Kutup’un ifadesiyle Kur’an Nesli’ni oluşturabilmek olmalıdır.
(Vuslat Dergisi Nisan, Sayı: 202)
Kaynak:HÜR24 Haber
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.