Cumhuriyet Tartışmaları Ve İslam Dünyasındaki ‘Gerçek Cumhuriyet’ Arayışları
Gazeteci Osman Gülebak'ın, "Cumhuriyet Tartışmaları Ve İslam Dünyasındaki ‘Gerçek Cumhuriyet’ Arayışları" adlı yazısı:
Cumhuriyet kelimesi Arapça kökten 18. yüzyılda Osmanlı Türkçesinde türetilmiş bir isimdir. Arapça cmhr kökü "bir araya toplanma, topluluk oluşturma", bu kökten türeyen cumhur ise "cemiyet, toplum, kamu" anlamına gelir.
Aristo, cumhuriyeti; “Umumun menfaatini gözeten halk idaresi” diye tarif eder. Montesquieu ise, cumhuriyet rejiminde üç ana kuvvet (yasama, yürütme, yargı) bulunduğunu; bunların birbirine karşı bağımsız ve denetleme esasına göre işleyen, başında seçimle gelmiş yöneticilerin olduğu siyasi rejim olarak ifade etmiştir.
Cumhuriyet’in 1789 yılında Fransa’da gerçekleşen ihtilalle Avrupa’daki zalim krallık rejimlerine tepki olarak doğmuş olduğu söylense de İslam âlimleri, ‘Dört Halife Döneminde’ farklı şekillerle olsa da başa geçen halifelerin halkın yani cumhurun onayını alması sebebiyle ‘Gerçek Cumhuriyet’in İslam tarihinin o döneminde uygulandığı ifade eder. Üstad Beddiüzzaman Said-i Nursi bunlardan birisidir.
İslam’da halkın fikrinin sorulmasını ve halka yöneticilere yetki vermesini öngören ‘şura ve meşveret’ uygulamaları, aslında Cumhuriyet kavramına karşılık gelir. Fakat, yaşanan tarihsel yanlış uygulamalar İslam toplumunda bu ve benzeri kavramlara karşı bir önyargı oluşturmuştur.
Dünya genelinde Birinci Dünya Harbi sonrası kurulan ülkelerde -özellikle Türkiye- kendilerini ‘cumhuriyetçi’ diye tanıtıp, ideolojilerini ve rejimlerini benimsetmek adına halka her türlü baskı ve işkenceyi reva görmüşlerdir. Özellikle Arap Yarımadasında sosyalist ülkeler isim olarak “cumhuriyet” kelimesini benimsediklerini iddia ettikleri halde “halka rağmen halk için” düsturunu uygulamışlardır.
Üstad Beddiüzzaman, Eskişehir Mahkemesinde yargılanırken Cumhuriyet ile ilgili yaşadığı ama resmen zapta geçmemiş ve müdafaatında dahi yazılmamış bir eski hatırasını şöyle anlatır:
Orada benden sordular ki: “Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?”
Ben de dedim: “Yaşlı mahkeme reisinden başka daha siz dünyaya gelmeden ben dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım ispat eder. Hülâsası şudur ki: O zaman, şimdiki gibi, hâli bir türbe kubbesinde inzivada idim. Bana çorba geliyordu. Ben de tanelerini karıncalara veriyordum. Ekmeğimi onun suyu ile yerdim. Benden sordular, ben dedim: Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler. Cumhuriyetperverliklerine hürmeten, taneleri karıncalara veriyorum.”
Sonra dediler: “Sen Selef-i Salihîne muhalefet ediyorsun.”
Cevaben diyordum: “Hulefâ-i Râşidîn; hem halife, hem reisicumhur idiler. Sıddîk-ı Ekber (r.a.) Aşere-i Mübeşşereye ve Sahabe-i Kirama elbette reisicumhur hükmünde idi. Fakat mânâsız isim ve resim değil, belki hakikat-i adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mana-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler.” Şualar, 317
Üstad Beddiüzzaman’ın da belirttiği gibi Batı’da olmadığı dönemlerde bile İslam toplumunda pratiği olan cumhurun yani halkın, yöneticisini belirleme hakkı denilince neden akla ilk olarak Batı gelir. (Tabii Batının da bu konuda çabalarını görmezden gelemeyiz)Bunda hem bizim (İslam toplumu) hem de İslam’a düşmanlık besleyen ötekilerin rolleri vardır. Ötekilerin rollerini bir kenara bırakıp bizi ilgilendiren tarafına bakmamızda fayda vardır; çünkü bu konu İslam tarihinde her dönem birçok tartışmanın konusunu oluşturmuştur.
Hz. Peygamber (sav) Allah tarafından görevlendirilen bir peygamber olduğu için O’nun yöneticiliği, Allah tarafından belirlenmişti. Fakat O’nun vefatından sonra kimin yönetime geleceği konusunda herhangi bir şey söylememişti. Peki, insanların dünya ve ahiret hayatlarına dair en ince detaylara kadar söz söyleyen bir peygamberin İslam toplumunu ilgilendiren bu kadar önemli bir konu hakkında hangi hikmete binaen suskun kalmıştı? O, bununla Müslümanların, kendi yöneticilerini kendi rızalarıyla seçmelerini istemişti.
O’nun vefatından sonra ne yapacakları noktasında şaşıran sahabeler, yöneticilik noktasında ilk başta bazı ihtilaflar yaşasalar da halife olarak Hz. Ebubekir’i seçmişlerdir. Daha sonra Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali sırasıyla halkın onayını alarak başa geçmişlerdir. Hatta kendisinden halife olması istenen Hz. Ali, bir kişi dahi kabul etmezse halife olmayacağı şartını ileri sürerek tüm toplumun onayı sonucu halife olmuştur. Fakat bu dönemde, yönetim konusunda kurumsal bir çerçevenin oluşturulamamış olunması, sonradan İslam dünyasını etkileyecek sorunların yaşanmasına sebep oldu.
Mesela Hz. Osman döneminde yönetimle ilgili yaşanan itirazlara rağmen, yaşı ilerleyen halifenin hala görevde kalmaya devam etmesi, muhalifleri dinleyecek ve halifeyi gerekirse azledebilecek herhangi bir taslağın ya da mekanizmanın olmaması ve akabinde gelişen üzüntü verici olaylar buna örnek gösterilebilir. Dört halife döneminde her ne kadar Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer, halife seçildiklerinde yanlış yaparsam beni düzeltin dese de; yine halktan birilerinin de yanlış yaparsanız sizi kılıcımızla düzeltiriz dese de sonraki dönemlerde ne yöneticiler, ne de halk maalesef aynı hassasiyeti gösterememiştir.
Halkın onayını alan şahısların ancak başa geçebildiği İslam toplumunda uygulanan bu cumhur sistemi, Muaviye ile birlikte saltanata dönüştü. Muaviye’nin meşru halife Hz. Ali’ye başkaldırıp kendini halife ilan etmesi bir yana kendisinden sonra oğlu Yezid’i yönetici tayin ederek halkın iradesini hiçe saymıştır. İslam dünyasının başına gelebilecek en büyük felaket bu olsa gerek. Çünkü bu adım, Müslüman toplumu yanlış yaptığında yöneticilere hesap soran konumdan tebaa konuma indirmiştir. Yöneticiliğini kabul etmeyenler, baskı, işkence ve zindan ile korkutularak dize getirilmeye çalışılmıştır. Yezid’in kendisine biat etmeyen Hz. Hüseyin’i ve aile efradını Kerbela’da vahşice şehit etmesi bunun kanlı örneğidir. Tüm bunları gören ve iradesi gasp edilen İslam toplumu küserek içine kapanmıştır. Tabii Emeviler döneminde Ömer Bin Abdülaziz, farklı olarak cumhurun yani halkın ısrarı üzerine halife olmuştur. Bunu ayırmak gerekir.
İslam tarihinde toplumun yönetimi konusunda yaşanan siyasal ayrılıklar, iki yaklaşımı ortaya çıkarmıştır. Hz. Ali taraftarları olarak bilinen ‘Şia’ ve İslam dünyasında ana gövdeyi oluşturan ‘Sünniler’ yönetim nasıl olacağı ve yöneticinin seçilmesi konusunda farklı bir siyasi anlayış ortaya koymuşlardır. Ve bu siyasi anlayışlar, dört halife döneminden sonra asıl mecrasından uzaklaşsa da zaman içerisinde kör topal da olsa bir gelişim göstererek yine dört halife döneminde uygulanan şuraya dayalı halkın onayının önem kazandığı bir aşamaya gelmiştir. Tabi daha sevindirici olanı ise bu uygulamanın çağın gereklerini göz önünde bulundurarak tüm engellere rağmen daha ileri götürülmeye çalışılma çabasıdır.
Şia dünyasındaki yönetim anlayışı ve gelişim süreci
Şia dünyasında İmam Muhammed Bakır, Hz. Ali ve Hz. Hüseyin’in soyuna daha önce benzeri görülmemiş bir şekilde ‘Dini Meşruiyet’ ve ‘yönetime direkt ilahi bir izinle geçme hakkı’ veren İlahi İmamet teorisini ortaya atar. Fakat imam Hasan el Askeri’nin 873 yılında vefatıyla birlikte Şia dünyasında büyük bir boşluk oluşur. Bu yüzden İlahi İmamet teorisi işlevini kaybedip uygulanabilir olmaktan çıkar. Fakat daha sonra Şeyh El Müfit, ‘Şii âlimlerinin Kayıp İmam’ın Genel Naipleri olması teorisiyle imamın yerine kısmen liderlik verilen bir alternatif sunar.
Daha sonra Şeyh Ahmed Nuraki, imamın olmadığı bu dönemde fakihlere ‘Genel Velayet’ vererek ‘Fakihlerin, imamın naipleri ve gaybubet döneminin yöneticileri olduğunun altını çizer. Nuraki, Velayeti Fakih teorisinin caiz olduğunu ispat etmek için, kayıp imam Mehdi’nin Şiilerin liderliğini yapamadığı dönemlerde başsız kalmanın caiz olmadığını ileri sürer. İmam Humeyni de velayeti fakih teorisini daha da ileri seviyelere götürerek fakihlere yönetim hakkının Allah tarafından verildiğini ifade eder.
Sonraları ise Şeyh Muhammed Hüseyin En-Naini, otoriter krallığa karşı tepki gösterir. Özellikle yönetimi gasp edenler olarak gördüğü Kaçar Sultanlarının aleyhine mücadele ederek halkın onayıyla yöneticilerin belirlenmesini savunur. Sünni dünyasındaki düşünürlerin ortaya koyduğu ‘Ehli hal ve’l akd’ sistemine benzer bir sistemi savunarak, yöneticilerin fakihlerin denetimine açık olması gerektiğini belirterek yönetimin şuraya dayalı olması gerektiğini ifade eder.
Osmanlı’da olduğu gibi İran’da da halka dayalı anayasal sisteme geçmek konusunda büyük sıkıntılar yaşanır. 1891 yılında Şah’ın bir İngiliz firmasıyla tütün anlaşması yapması sonucu meydana gelen protestolar Şah’ın yetkililerinin kısıtlanmasına kadar gider. Adına Meşruta Hareketi denilen krallığın anayasa ile sınırlandırılmasını talep eden bu hareketin çabaları sonucu 1906’da anayasa çıkarılır. 1951 yılında seçimle başbakan seçilen Musaddık’ın ABD yanlısı Şah tarafından devrilmesiyle İran halkı, İmam Humeyni gibi âlimlerin etrafına toplanır.
1978 yılına kadar cumhuriyetten ve halkın hükümet kurmasından bahsetmez İmam Humeyni, ta ki Paris’te kendisini ziyaret eden İran Tahrir Hareketinin üyeleriyle görüşünceye kadar… İmam Humeyni, o görüşmeden sonra siyasi fikirlerinde değişikliğe gider ve İran halkını, Şahlığı devirip yerine Velayeti Fakih teorisini ve halkın seçimini bir araya getiren İslam Cumhuriyetini benimsemelerini ister. Devrimden sonra hazırlanan anayasa ve sonrasındaki bazı gelişmeler Muhammed Bazergan ve arkadaşlarını rahatsız eder. Onlar, dini liderin halkın seçtiği hükümetin üzeri bir konumda olmasını eleştirmiş, dini liderin değil halkın hükümeti denetlemesini savunmuştur. İran’daki mevcut sistemin yapısı hakkında hala birçok eleştiri olsa da hâlihazırda İslam dünyasındaki en gelişmiş sistem olarak görülebilir.
Sünni dünyasındaki yönetim anlayışı ve gelişim süreci
Emeviler döneminde mutlak güç teorisine dayanan yönetim, Abbasiler döneminde teokrasi bir yapıya dönüşmüştür. Abbasi halifeleri, kendilerini ‘Allah’ın yeryüzündeki gölgesi’ olarak tanımlayıp meşruiyetlerini halka değil Allah’a nispet etmeye (Dini meşruiyet) çalışmışlardır. Şia da aynı şekilde ‘İmamet teorisi’ ile imamlığın yani yöneticiliğin Allah tarafından Ehli Beyt imamlarına verildiğini iddia ederek Abbasiler’de olduğu gibi yönetime ‘Dini meşruiyet’ kazandırmaya çalışmışlardır. Her ikisinin ortak noktası yöneticilerin belirlenmesinde halkın onayının alınmamış olmasıdır.
İslam şeriatını tatbik etme şartını öne sürerek yöneticinin nasıl başa geldiği konusunu pek de önemsemeyen Sünni dünyası, 19. Yüzyılda Rifa’i el Tahtawi, Abdurrahman El Kevakibi, Cemaleddin Afgani ve Reşid Rıza gibi düşünürler vasıtasıyla, Osmanlı yönetiminin mutlak saltanattan Sultan’ın gözetiminde yapılacak seçimlerle anayasal bir sisteme geçmeye çalışır. Neticede Sultan Abdulhamit döneminde 1877’de Meşrutiyet ilan edilir. Fakat Abdulhamit, seçimler yoluyla Osmanlı hâkimiyetinde azınlık Hristiyanların çoğunlukta olduğu yerlerin elinden çıkacağından endişe ederek anayasayı iptal eder. Daha sonra meydana gelen olaylar sonucunda yapılan askeri darbeyle 1908’te anayasa tekrar hayata geçirilir.
Hayrettin Et-Tunusi, Tahtawi, Kevakibi, Afgani, Muhammed Abduh, Reşid Rıza gibi hilafet adı altında sürdürülen Osmanlı istibdadını reddeden birçok düşünür, bir genelge yayınlarlar. Halifenin birkaç kişi tarafından seçilmesini reddeden bu grup, uzun süren tartışmalar neticesinde ‘Ehl-i hal ve’l akd/anlaşma ve feshetme ehli’ kavramını oluştururlar. Bu kavram, isterse zalim, ister fasık olsun imama itaati gerekli görüp güç kullanarak başa gelmenin meşru olduğunu söyleyen klasik Sünni kuramından uzak duran ve şuranın İslam’da yönetim kurallarından olduğunu savunan bir kavramdır. (1)
Birinci darbeyi Emeviler döneminde babadan oğula geçen saltanat ile alan İslam dünyası, ikinci darbeyi ise Birinci Dünya Harbinin sonrasında İngiliz ve Fransızlardan alır. Yüzyıllarca zalim sultanların zulmü altında inim inim inleyen Sünni dünyasının, son dönemlerdeki şuraya dayalı anayasal sistem çabaları Skyces-Picot anlaşmasıyla berhava olur. Ellerine aldıkları cetvellerle Osmanlı topraklarında irili ufaklı onlarca bağımsız! devletçikler oluşturan İngiliz ve Fransızlar, kurdukları her devletin başına da kendileri tarafından yetiştirilen dışı bize benzeyen ama içi onlardan yana olan asker yöneticilere devrettiler.
Bir zamanlar Sultanların zulmüne maruz kalan halklar, bu sefer de isimlerinin ardına ‘cumhuriyet’ yazılan asker despotizm sistemleri tarafından aynı işkencelere maruz kaldılar. Bu despotlar, şurayı savunan Hayrettin Et-Tunusi, Tahtawi, Kevakibi, Afgani, Muhammed Abduh, Reşid Rıza gibi düşünürlerden etkilenen İslami Hareketlere her türlü baskıyı yaparak, halkın meşru taleplerini yok saymaya çalışıyorlar. Adına Arap Baharı denilen süreç, bir anlamda bu baskı rejimlerine dur deme girişimiydi.
Türkiye Cumhuriyeti ve yok sayılan cumhur
Asıl felaket ise Osmanlı Halifeliğinin bulunduğu Osmanlı bakiyesi Türkiye’de yaşandı. 1924 yılında M. Kemal tarafından halifeliğin kaldırılarak yerine ‘laik cumhuriyet’in kurulmasıyla, Osmanlı Hilafet devleti son buldu. Cumhuriyet ismiyle kurulan yeni sistem, İslam’a ve İslami tüm şiarlara savaş açıp ülkeyi adeta demir yumrukla yönetti. Bu halkın cumhuriyet kelimesini bile duyduğunda ürkmelerinin en büyük sebebi, kendileri gibi düşünmeyenleri kurduğu İstiklal Mahkemeleriyle darağaçlarında sallandıran bu sistem ve sahte cumhuriyet sahipleri olsa gerek... Yıllarca ülkeyi tek partili sistem ile yönetmeye çalışıp farklı partileri çeşitli bahanelerle kapatma yoluna gittiler. Cumhuriyet ile birlikte M. Kemal’in kurduğu CHP’nin karşısına muhalif parti olarak Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kuruldu. Halkın dini inançlarına saygılıyız sloganıyla büyük ilgi gören parti, 1925 yılında Şeyh Said Kıyamı bahane edilerek cumhuriyetçiler! tarafından kapatıldı.
Daha sonra 1930 yılında Serbest Cumhuriyet Fırkası kurulur. M. Kemal’in en yakın arkadaşı Fethi Okyar tarafından kurulan parti kısa sürede rejim muhaliflerinin eline geçeceği endişesiyle aynı akıbeti görür. Her kurulan parti halkın büyük ilgisini görürken adında Halk kelimesi olan CHP bir türlü gereken ilgiyi göremez. Bunun sebebi halk, cumhuriyet ile kamufle edilen ama aslında bir diktatörlük rejimi olan, ne bu yeni rejimi, ne de sahiplerini benimsemiyordu. Yaşanan savaşlardan sonra büyük bir ekonomik kriz yaşayan Türkiye, ABD’den mali yardım almak için ‘tek parti diktatörlüğü’ algısını kırmak amacıyla ancak 1950 yılında CHP içinden bazılarına yeni bir parti kurma izni verildi. Adı Demokrat Parti olan bu parti, diğer muhalif partiler gibi halkın teveccühüne mazhar olur. 1960’da yapılan askeri darbeyle, halkın başbakan seçtiği partini başkanı Adnan Menderes idam edilir.
Adı cumhuriyet olan ama bir türlü cumhur ile barışık olmayan bu sistem, halkın taleplerine kulak vereceğine her sıkıştığında askeri darbelerle cumhuru hizaya getirmeye çalıştı. 1980, 1997, 27 Nisan 2007 ve 15 Temmuz gibi darbelerle hep sözde cumhuriyetçiler cumhurun iradesini ezmeye çalıştı. 15 Temmuz darbe girişiminde diğer darbelere göre cumhurun kendi temsilcisi olan sivil siyasete sahip çıkması, yeni bir değişimin göstergesi oldu. Cumhur o gece canı pahasına da olsa iradesine sahip çıkarak tanklara ve darbecilere dur dedi. Ve bu kahramanca direniş, yüzyıllardır talepleri bastırılmış bir öfkenin volkan gibi patlaması idi. Bu direniş Batı kuklası despot krallıkların zulmü altında inleyen halklara da ilham ve cesaret vermiştir.
Bunu hazmedemeyen sözde cumhuriyetçiler ise yine bugünlerde televizyon ve gazete köşelerinde cumhuru tehdit etmeye devam ediyorlar. Mahkemeler aracılığıyla alınan taraflı kararla halkın kazanımlarını ve kaybettikleri mevzilerini geri almaya çalışıyorlar. Bu saatten sonra her ne olursa olsun cumhur yani halk, sahte cumhuriyetçilere rağmen kendi iradesinin geçerli olduğu gerçek bir cumhuriyet sistemi istiyor.
Bunun için ne gerekiyorsa yapacağını da 15 Temmuz’da herkese göstermiştir. Şimdi bize düşen bu kazanımı korumak ve daha iyi bir sistemin oluşturabilinmesi için darbe ürünü olan anayasamızın cumhurun inanç ve değerleriyle barışık yeni bir anayasaya dönüşmesine çalışmaktır.
(1)Ahmet El Katip’in Anayasal Meşruiyet kitabından faydalanılmıştır.
Kaynak:HÜR24 Haber
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.