"HÜDA PAR'a kumpas: Yeni Türkiye hayali sona mı eriyor?"
Gazeteci Osman Gülebak'ın HÜDA PAR yöneticilerine verilen skandal cezalarla ilgili "HÜDA PAR'a kumpas: Yeni Türkiye hayali sona mı eriyor?" adlı yazısı:
Yargıtay, HÜDA PAR’ın Genel Başkan Yardımcılarından Sait Şahin, M. Bahattin Temel ve HÜDA PAR milletvekili adaylarından Gazeteci Fikret Gültekin’in davasının cezasını onayladı. Dillerde pelesenk olmuş “Yeni Türkiye” söyleminin adeta toplumu cezbeye düşürdüğü bir dönemde yaşanan bu hadise neyin habercisi?
Brunson’un serbest kalmasının ardından ABD yakınlaşmasıyla başlayan yeni bir süreç mi var? Şimdiye kadar bize tozpembe bir dünyada yaşatan Yeni Türkiye rüyası sona mı eriyor? 15 Temmuz ve benzeri ülkeyi ilgilendiren hassas gelişmelerde hiçbir karşılık beklemeden bırakın elini, gövdesini taşın altına koyan HÜDA PAR ve ona yakın insanlar neden hedef seçiliyor? Tüm bu soruların ve yaşanan gelişmenin perde arkasını anlamak için Türkiye’nin cumhuriyet tarihini iyi analiz etmek gerekiyor…
Osmanlının Birinci Dünya Savaşının ardından yıkılmasıyla İslam Coğrafyasında yeni kurulan ulus devletlerin başına kendileriyle anlaşmalı asker yöneticilere bırakmıştı. Bu yüzden bu ülkelerde meydana gelen tüm iç gelişmeler, bu emperyalist ülkelerin politikasının bir ürünüydü. Bugün de bu hâlâ devam ediyor.
İngiliz ve Fransızlarla bir daha İslami geçmişe dönmeme ve İslam dünyası ile organik bağ içerisine girmeden Batı sisteminde kalma konusunda anlaşmaya varan kurucu kadrolar, Mustafa Kemal’in ölümüne kadar İslam adına var olan tüm değerlere adeta savaş açtı.
Mustafa Kemal’in ölümünün ardından hem dünyanın, hem de Türkiye’nin sosyolojisinde değişimler sonucunda İngilizler bölgeden fiili olarak çekilirken yerini yeni sömürgeci ABD’ye bıraktı.
1950’li yıllar… ABD, Sovyet ve Komünizm karşıtlığı politikası kapsamında ekonomik yardım karşılığında Türkiye’ye güney kanat görevi verilmesini planlıyordu. Çünkü o dönemde Komünizm, özellikle büyük bir işçi sınıfına sahip Avrupalı burjuvaziyi tehdit ediyordu. İşte bu plan çerçevesinde savaş açılan dinin önünün bir daha kontrollü şekilde açılması kararlaştırıldı.
Bu politika devam ederken 1979’da İran İslam İnkılabı yaşandı ve birçok ülkede bu inkılaptan esinlenen İslami uyanışlar ve çalışmalar başladı. ABD, bu inkılabın ardından İslam ile ilgili projesini gözden geçirmeye başladı. Çizilen alanın dışına çıkanlar, yerel işbirlikçi darbeciler aracılığıyla ara ara hizaya getirilmeye çalışıldı.
Yıl 1989 tüm dünya Sovyetlerin yıkıldığı yeni bir güne uyandı. Ezilen dünya halklarına umut vadeden Komünizm çökmüş iki kutuplu dünya tek kutuplu hale gelmişti. Böylece bir politikanın daha sonuna gelinmişti.
Dış bir düşmanın varlığını her daim kendisinin ve politikalarının varlığıyla eşdeğer gören ABD, bu sefer yeni bir düşman tanımlamasına giderek İslam’ı düşman ilan etti.
Bu kapsamda 1990 yılında Huntington tarafından Medeniyetler Çatışması tezi öne sürüldü. Bu tezin öne sürdüğü medeniyetler ile din kastedilerek İslam düşmanlığı körüklendi. İslam ülkelerindeki halktan tepki toplamamak için savaşın İslam ile değil tüm insanlığa zararlı terörist (!) faaliyetler yürüten Fundemantalist, Radikal İslam ile yapıldığı yalanına başvurdu. Bu kapsamda Türkiye’de ABD politikalarına biat etmeyen tüm İslami gruplara baskınlar yapıldı. On binlerce insan camilerden alınarak örgüt üyesi bahanesiyle cezaevlerine konuldu.
İslam ile savaşın Komünizm gibi kolay olmayacağını kısa sürede anlayan ABD, bu yükselişi önlemek için baskının yanında farklı yollara da başvurdu. Bu kapsamda Graham Fuller’in ‘Başarısızlığın İslamileştirilmesi’tezine başvuran ABD, partileşerek seçimlere katılmak isteyen Necmeddin Erbakan öncülüğündeki Milli Görüş hareketinin iktidara gelmesine sessiz kaldı. Fakat Refah Partisi, başarılı iç ve dış politikalarıyla bu tezi de boşa çıkarınca ABD ve yerli işbirlikçileri, 28 Şubat Post-modern darbesiyle tekrar yönetime el koydu.
Tüm baskılara rağmen Türkiye ve Arap ülkelerindeki İslami uyanışı bir türlü engelleyemeyen ABD, İslami yükselişi kontrol altına almak için ‘Yaratıcı/Yıkıcı Kaos Doktrini’nin iki yönteminden biri olan Yahudi asıllı spekülatör Soros’un Soft yaniYumuşak/Sakin Güç yöntemini gündemine aldı. Bu yönteme göre zor kullanmak çare değildir. Çare, kültürün, sanatın, sivil toplumun araçlarını, enstrümanlarını kullanarak sosyo-kültürel ve politik yapıyı değiştirmektir. Yine amaç; insan hakları, kadın dernekleri, sivil toplum kuruluşları, modern hayat tarzı, kadının toplumsal-kamusal konusu, İslam ile laikliğin uzlaştırılmasıdır.
Yıl 2002 tam da bu dönemde AK Parti’nin merkezinde olduğu yeni proje devreye sokuldu. Projeye göre; Türkiye’de AK Partinin önü açılacak ve bu parti üzerinden de Ortadoğu Yumuşak güç kapsamında yeniden dizayn edilecekti/dönüştürülecekti.
O günleri kısaca Gazeteci-Yazar Ali Bulaç’tan dinleyelim:
AK Partililer, kuruluş doktrinlerini ‘uzlaşma’ kavramı üzerine kurdular. Gerekçeleri şuydu: “ Yaşadığımız 28 Şubat tecrübesi bize gösterdi ki Erbakan’ın kafasıyla iktidar olunmaz. İktidar olmanın ve iktidarda kalmanın yolu uzlaşmadan geçer. Bu kapsamda Küresel güçlerle (AB-ABD-İsrail), İçeride asker ve sivil bürokrasiyle, Büyük sermaye sahipleriyle uzlaşılacaktı.” Doktrin cazipti iktidar vaat ediyordu. Parti kuruldu, yola çıkıldı.
Kemal Derviş’in ekonomi, AB’nin reform yol haritasına bağlılık beyan edildi. Daha milletvekili değilken Avrupa ülkeleri Sayın Erdoğan ile görüşmek için sıraya girdiler. Oğul Bush, Beyaz Saray’da iki saat görüştü.
Mesele şuydu ABD ve Batı bundan sonra büyük kavganın yaşanma ihtimali olan Pasifik’e gidiyordu. Ortadoğu sisteme entegre edilmeyen boşluktu ve kendi haline bırakılmazdı. İhale Türkiye’ye verildi. Türkiye İran’ı yanına alacak sonra da Suriye’yi çözecek Mısır’ı da yanına alarak bölgeyi rayına oturtacaktı. Küresel güçlerin üç talebi vardı:
1-İsrail sınırları belirlenmiş bir bölge devleti olsun, ehlileşsin
2-Enerji kaynakları ve hatları güvende olsun
3-Radikal İslamcı gruplar iktidara gelmesin
Bu kapsamda;
Küresel sermayenin yönü Türkiye’ye çevrildi, sel gibi para aktı. Türkiye, uluslararası inanılmaz diplomatik ve siyasi desteğe sahip kılındı. Avrupalılara Türkiye’nin AB üyeliğine alınması için baskı yapıldı. İçeride FETÖ (o zaman Hizmet Hareketi) ile ortak hareket edilerek cuntacıların tasfiyesine başlandı. Suud ve Körfez ülkeleriyle sıfır ihtilaf politikasıyla parasal ve siyasi ilişkiler kuruldu. Afrika’ya koridor açıldı.
Varılan anlaşma gereği AK Parti’nin önünü açan ABD, her ihtimale karşı onu kural dışına çıktığında denetleyebilecek ayrıca projenin daha kolay uygulanması için o dönem “Hizmet Hareketi” şimdi ise “FETÖ” ismiyle anılan grubun da hükümet ile birlikte bir ortak gibi hareket etmesini sağladı.
Yumuşak Güç projesi istenen şekliyle uzun süre devam etti. Bu süreçte küresel güçlerin dayattığı yol haritası kapsamında politik dil ile kavga edilse de İsrail ile ilişkiler en üst safhada devam etti. İslami kesimlerin önü kısmi olarak açıldıysa da ABD politikası kapsamında statükoya entegre olmayan, İsrail’i dost kabul etmeyen İslami gruplara yapılan baskılar tüm hızıyla devam etti. Birileri yeni dönemin getirdiği özgürlük (!) alanının kendisinden ve değerlerinden neler kopardığını bilmeden bu dönemin keyfini çıkarırken; birileri 28 Şubat soğuğunu iliklerine kadar hissediyordu.
Sonradan kurulacak olan HÜDA PAR’ın tabanını oluşturan sivil toplum kuruluşları legal alanda faaliyet göstermesine rağmen FETÖ emniyetteki adamları aracılığıyla kurduğu kumpaslarla legal faaliyetleri terörist faaliyet kapsamına alıyordu. Ama tüm bunlara rağmen hükümet ise iktidar karşılığında verdiği vaatler nedeniyle olsa gerek sus pus olurken medya ise yaşananları görmezden gelerek toplumda ‘Yeni Türkiye’ ismiyle yalancı bahar havası estiriyordu. İşte bugün Yargıtay tarafından onaylanan HÜDA PAR’ın dosyası o dönemden kalmadır.
Yıl 2011 hükümet, ABD’nin çıkarları karşılığı verdiği desteği yanlış yorumlayarak ‘Yeni Osmanlıcılık’ söylemi ile bölgeyi bir daha Osmanlı döneminde olduğu gibi tek başına yönetebilme hayaline kapıldı. Dışişleri Bakanı Davutoğlu, Kayseri’de yaptığı bir konuşmada 1911 sınırlarına geri döneceklerini, bölgede oyun kurucu olduklarını söyledi. Tabii bunlar oyunun kuralları dışına çıkmak olarak görüldü. Bu girişimlerin içerde ve dışarıda sonuçları oldu. İçeride hükümet ile adeta bir ortak gibi hareket eden FETÖ ile kavgalar başladı.
Hükümet, FETÖ’yü tasfiye etmeye başladı. PKK ile girilen çözüm süreci çıkmaza girerken tüm sol/seküler muhalifler hükümet aleyhine harekete geçirildi. Türkiye’nin farklı birçok ilinde art arda bombalar patlatıldı. Sonrasında Kobani bahaneli olaylarda Kürtlerin yoğun yaşadığı bölge ateş topuna çevrilerek Müslüman insanlar ve kutsalları hedef alındı.
Dışarıda ise Türkiye’ye rağmen NATO, Libya’ya asker gönderdi. Türkiye, ABD tarafından Dostlar Grubuna özel hazırlatılan Suriye tuzağına düşürüldü.
Hükümetin Osmanlıcılık hayallerinden bir türlü uyanmadığını gören ABD, 15 Temmuz’da bir FETÖ darbesini yaptırdı. Sivil halkın büyük direnişi darbeyi boşa çıkardı. AK Parti, darbeyi ucuz atlattı ama sonrasında zayıflama/teslimiyet emareleri gösterdi. Ümmetçi söylemlerin yerine milliyetçi/ulusalcı söylemler öne çıkmaya başladı. FETÖ kapsamında tutuklanan bürokrat/askerlerin yerini milliyetçi/ulusalcı kesimler dolduruldu.
Anlaşılan ABD’nin yumuşak güç projesi nedeniyle bir süreliğine ortada görünmeyen ‘ulusalcı statüko’, bir daha ortaya çıkma gereği duymuştu. Anlaşılan küresel güçler, uzun süredir FETÖ üzerinden sürdürdüğü iktidarı denetleme görevini bir daha statükocu/ulusalcı/milliyetçilere devrediyordu.
Ve yıl 2018… Hükümet uzun süredir kavgalı olduğu ABD’ye yakınlaşma sinyalleri verdi. Son olarak adına ‘Dolar Savaşı’ denilen ekonomik krize sebep olan sürecin ardından Brunson’un tüm restleşmelere rağmen serbest bırakılması, Türkiye ile ABD arasında birden yakınlaşma meydana getirdi. Bir dönem FETÖ tarafından yarım bırakılmış ABD/İsrail politikalarını benimsemeyen İslamî kesimlerin tasfiye işlerinin tekrar devam ettirilmesi; hükümetin bir daha kuruluş dönemindeki anlaşma moduna geri döndüğü izlenimini veriyor. Hatta ulusalcı/milliyetçi/Kemalist kesim tarafından yapılan açıklamalara bakılırsa bu dönemin öncekinden daha da sert geçeceğe benziyor.
Anlaşılan hükümetin, önce ABD/İsrail’in yumuşak güç projesiyle başlayan, daha sonra ‘Stratejik Derinlik’ ten beslenerek ‘Yeni Osmanlıcılık’ a evirilen politikası, bir daha yerelde ulusalcı/statükoculara dışarda ise ABD/İsrail’e teslim olma politikasına dönüşüyor.
Peki, devlet içindeki yapılar ve hükümetler değiştiği halde HÜDA PAR ve öncesindeki çizgide hareket eden bu insanlara düşmanlıkları değişmiyor. Cevabı çok kolay aslında: ABD ve İsrail’in küresel politikalarına boyun eğmeme... Bu insanlar, yaklaşık 40 yıldır ABD ve İsrail’in bölge üzerindeki -özellikle Kürdistan’da- hesaplarını boşa çıkardı. 2012 yılında kurulan HÜDA PAR, cumhuriyet tarihinde parti programında İslam’ı referans aldığını belirten ilk ve tek parti. Ayrıca Filistin davasını çalışmalarının merkezine alan parti, İsrail’i de devlet olarak kabul etmediğini beyan ediyor. Tüm dünya müslümanlarını kucaklayan ümmetçi/mutedil bir çizgide siyaset yapıyor. Tüm bunlar Yaratıcı Kaos Doktrini sahiplerinin düşmanlığını kazanmaya yeter artar bile..
90’lı yıllarda PKK, JİTEM ve bilimum derin yapıların hedefinde iken 2000 sonrası FETÖ’nün zulmüne maruz kaldılar. Kobani bahaneli olaylarda tüm dernek ve parti binaları yakıldı. Onlarca üyeleri vahşice katledildi. Şimdi ise öncekilerin yarım bıraktığı iş tamamlanmak isteniyor.
Hem dünyanın hem de Türkiye’nin sosyolojisinin değiştiği muhakkak. Küreselleşme ile birlikte uygulanması mümkün görünmeyen 100 yıl önceki ulus devlet mantığı politikalarının bir daha uygulamaya çalışılması suyu tersine akıtmaya çalışmaktır. Bu halkın sosyolojisinin buna izin vermeyeceğinin bilinmesi gerekir. 100 yıldır İslam Coğrafyasına kan ve gözyaşından başka hiçbir şey getirmeyen ve zorla giydirilen deli gömleği ulus devlet mantığı can çekişiyor. Bunda diretmenin hiçbir anlamı yoktur.
Çözüm olarak, ulus devlet mantığının terk edilerek; farklı etnik, din ve kültürlere herhangi bir yasak ve baskı uygulamadan Medine Vesikası örneğinde olduğu gibi birlikte yaşamayı öğrenmektir. Şiddet dışı tüm farklı düşünce ve fikirlere tahammül edip saygı duymaktır. Bu yapılmazsa 100 yıldır hiç kimse rahat yüzü görmediği gibi yine kimse rahat yüzü görmeyecektir. Bu konuda toplumun her kesimine önemli görevler düşmektedir. Partiler, STK’lar, kanaat önderleri, aydınlar ve halkımız elini taşın altına koyarak haksızlıkların karşısında durmalıdır.
Hükümet ise başta 15 Temmuz olmak üzere toplumun maslahatı için kendisine destek veren hedefe konulan İslamî kesimlere sahip çıkarak üzerindeki şaibeleri de kaldırmalıdır. Bunu yapmadığı takdirde; yüz yıldır bu ülkede zulme maruz kalmış adalete hasret kaldığı için bin bir umutla kendisine destek veren halkın ümidini kıracağı gibi Yeni Türkiye’nin de ölü doğduğunu tescillemiş olacaktır.
Birileri ABD/İsrail politikalarına teşne olup hâlâ eski kafayla tektipçilikte ve tahammülsüzlük diretirse; biz de onlara baskı ve zulmü kabul etmeyen hürriyet aşığı Üstadımız Beddiüzzaman Said-i Nursi gibi cevap veriyoruz: Eski hâl muhâl; ya yeni hâl ya izmihlal!
Kaynak:HÜR24 Haber
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.