İdlib Zafer mi Çıkmaz Sokak mı?
Gazeteci Osman Gülebak'ın, İdlib sorunu üzerine yazdığı, "İdlib Zafer mi Çıkmaz Sokak mı?" adlı yazısı:
Türkiye’nin uzun süredir büyük sorunlar yaşadığı ABD ile ilişkileri nereye doğru gidiyor? Koptu kopacak denilirken tekrar başlayan, inişli-çıkışlı bir trend izleyen ilişkiler son olarak dolar savaşıyla daha da kötüleşti. Türkiye’ye ekonomik ambargo uygulama kararının ardından ABD’nin ürünlerine boykot çağrısı yapıldı. ABD ürünü olan cep telefonların balyozlarla kırıldığı görüntüler hafızalardaki yerini korurken birden Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Beştepe’de ABD firmalarını kabul ettiği gündeme geldi.
İdlib sorunu, yaşanan ekonomik kriz, PYD tehlikesi ve giderek ekonomik yük oluşturan mültecilerin geri dönüşünün gerekliliği… Tüm bu sorunların ortasında Türkiye nasıl bir yol haritası çizecek? ABD’siz bir çözüm ne kadar mümkün? Türkiye’nin son günlerde ABD’ye yaklaşımının değişimi bunlar ilgili midir? Yaşanan bu değişken süreci anlayabilmemiz için süreci baştan ele almamız gerekiyor.
Suriye iç savaşı sürecinde ve FETÖ ile ilişkilerin bozulmasıyla birlikte hükümetin, ABD ile ilişkilerinde inişli çıkışlı bir döneme girmiş oldu. Hâlbuki AK Parti’nin iktidara yürüdüğü 2002 yılında ilişkiler, en üst seviyede olmakla birlikte Türkiye, İslam ülkelerine model ülke olarak sunuluyordu.
Suriye iç savaşı öncesi ABD ile iyi olan ilişkiler, ABD öncülüğündeki Türkiye’nin dâhil olduğu ‘Dostlar Grubunun’ Türkiye’yi yalnız bırakarak DAEŞ karşıtı koalisyona dönüşmesi ve ABD’nin PYD’ye silah yardımında bulunması ile bozulmaya başladı. Bu süreçte Suriye’de yalnız kalana Türkiye, aynı zamanda sınırına dayanan milyonlarca mülteci ile de yüz yüze kaldı. Suriye politikasının yanlışlığıyla yüzleşen Türkiye, 60 yıllık stratejik müttefiki tarafından aldatıldığını anladı. Bu da Türkiye’yi dış ilişkilerde yeni arayışlara itti.
Yine aynı dönemde iç politikada da hükümetin uzun yıllar birlikte hareket ettiği sonradan ismi FETÖ olarak anılacak olan ‘Hizmet Hareketi’ bazı sorunlar gün yüzüne çıkmaya başladı. 7 Şubat MİT krizi ile başlayan ve daha sonra 17/25 Aralık sonrasında ise 15 Temmuz darbesiyle derinleşen sorunlar her ne kadar FETÖ ile yaşanıyor olsa da bu meselenin arka planında yine ABD’nin parmağı vardı. Tüm bunlar hükümetin ABD ile ilişkilerine etki etmeye başlıyordu.
Astana ile ABD’siz yeni alternatif süreçlere müdahil olan Türkiye, Suriye sahasında da yine ABD’siz iki güvenli bölge oluşturdu. Farklı dönemlerde inişli çıkışlı bir trend izleyen ilişkiler, Rahip Brunson’un tutuklanmasından sonra ABD tarafından konulan ekonomik ambargo ile karşılıklı restleşmelerle neredeyse kopma noktasına geldi. Fakat birden bu fırtına İdlib sorununa denk gelen dönemde sakinleşmeye başladı. Birçok farklı faktörü içerisinde barındıran bu sakinleşmenin sebebi her ne kadar İdlib gibi görünse de kanaatimce asıl sebep ekonomik sorundur. Şimdi bu süreci anlamaya çalışalım.
Öncelikle şunu belirtelim ki şu aşamada Türkiye’nin ekonomisi, son yılların en kötü durumunu yaşıyor. Bu durum, her ne kadar politik bazı söylemlerle sadece ABD’nin dolar saldırısına bağlansa da ülkenin üretimden çok tüketim endeksli, ithal üzerine kurulu, israfa dayalı politikalar inkâr edilemez. Sistemden kaynaklı bu sorunların üzerine bir de Suriye iç savaşıyla birlikte milyonlarca mültecinin yükü bindi. Mülteciler için kurulan devasa çadır kentlerin alt yapısına milyarlarca para harcandı. Çadır kent dışında kalan mültecilerin ise iş piyasasına atılmasıyla özellikle sınır illerinde halkın büyük işsizlik sorunu yaşamasına sebep olmuştur. Dönemin Başbakan Yardımcısı Recep Akdağ, Belçika’da düzenlenen bir konferansta Türkiye’nin mülteciler için 31 milyar Euro harcadığını açıkladı.
İşte tam bu noktada ABD’nin de ambargosuyla ekonomisi daha kötüleşen Türkiye, İdlib’in ardından yeni bir mülteci dalgasıyla karşılamak istemiyor. Son süreçte İdlib konusunda Rusya ile görüşen Çavuşoğlu’nun buna ek olarak Türkiye’de kalan Suriyeli mültecilerin geri dönüşü için güvenli bölge konusunu ısrarla gündeme getirmesi yine ekonomik krizin sonucu olsa gerek. Fakat AB ve ABD’siz Rusya’ya ve Tahran Zirvesi için İran’a tek başına giden Türkiye, istediğini elde edemedi. Çünkü İdlib’te bulunan muhalifler Rusya için kırmızıçizgiydi. Ve bunların vurulması demek yine milyonlarca insanın sınırına dayanması demekti.
Ve Türkiye ısrarla bu konu üzerine gitti sonuçta Soçi’de sadece Rusya ile görüşerek büyük bir riskin altına girerek İdlib Mütabakatı’nı imzaladı. Büyük bir mülteci akınından geçici de olsa kurtulan Türkiye, kısa bir sürede silahlı muhalifleri silahsızlandırma ve bölgeden çekme gibi ağır bir görevin altına girdi. Ağır, çünkü İdlib’te çok sayıda muhalif grup mevcut. Bunlar arasındaki ılımlı muhalifler Türkiye açısından bir sorun teşkil etmezken başta HTŞ olmak üzere diğer radikal muhaliflerin ne yapacağı ise tam olarak bilinmiyor.
Kendilerini selefi olarak tanımlayan bu grupların özellikle Körfez ülkeleriyle ilişkili olduğunu ve bu ülkelerin de ABD’nin bölge politikasına tam destek verdiğini hesaba kattığımız zaman Türkiye’nin işinin ne kadar zor olacağını daha iyi anlamış oluruz. Kısacası, Astana ile ABD’siz süreç başlatan Türkiye, eninde sonunda İdlib için Soçi’de aldığı kararla ABD’ye muhtaç hale gelmiş oldu. Çünkü Türkiye ile arası bozuk olan ABD direkt yâda dolaylı yoldan (Körfez Ülkeleri üzerinden) radikal grupları kullanarak Türkiye’yi sıkıştıracaktır. Bunun yanında Tahran ve Soçi Zirvesi devam ederken ABD’nin Fırat’ın doğusundaki PYD’ye kamyonlarla silah ve mühimmat göndermesi de gözden kaçırılmamalıdır.
PYD’nin Suriye’de varlığının Türkiye için büyük tehlike oluşturduğunu iyi bilen ABD, bu kozunu kullanmaya devam edecek gibi görünüyor. Erdoğan’ın Tahran ve Soçi Zirvelerinde ısrarla Fırat’ın batısına dikkat çekmesi ve asıl tehlikenin burası olduğunu beyan etmesi bundan dolayıdır. Son ABD ziyaretinde Fırat’ın doğusuna Fırat Kalkanı gibi bir harekât yapacaklarını dile getiren Erdoğan, bunu ABD’ye rağmen mi yoksa ABD ile mütabık kalarak mı yapacağı ise bilinmiyor.
Sanırım bu aşamada ABD ile yaşanan dolar düellosunun neden birden kesildiği hatta yetkili ağızlardan ısrarla neden ABD’ye çağrı yapıldığı anlaşılmış oluyor.
Tahran Zirvesinin ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ‘Avrupa ve ABD, İdlib’te olanları tribünden seyrediyor’ sözlerinden sonra Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, New York Times'a 'Suriye'de beliren felaket' başlıklı bir mektup yazarak, 'Washington için bölgede gerçek müttefikinin kim olduğunu değerlendirme zamanı gelmiştir' ifadelerini kullandı.
Yine geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ABD mallarına boykot çağrısının üzerinden birkaç gün geçmeden ABD’li firmaların Beştepe’de ağırlandığına şahit olduk.
Ardından Güney Amerika’da Surinam’ın başkenti Paramaribo’da bulunan Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, yaptığı basın toplantısında İdlib konusunun çözümünü görüşmek üzere Rus ve İranlı mevkidaşlarıyla New York'ta üçlü toplantı yapacaklarını bildirdi.
Ve son olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan, New York'ta yapılacak BM 73. Genel Kurulu üst düzey görüşmeleri için ABD’ye gitti. Erdoğan, ziyaret öncesi, Trump ile görüşme konusundaki bir soruya ‘Talep gelirse değerlendiririz’ diyerek açık kapı bıraktı.
Ekonomik kriz, mültecilerin giderek ağırlaşan yükleri, yeni mülteci sorunu, Soçi’de altına girilen yük ve PYD’nin silahlandırılması gibi sorunlarla karşı karşıya olan Türkiye, ne olursa olsun Suriye’de savaşın bir an önce bitmesini istiyor. Ve işin ilginç tarafı da bu sürece ABD’yi de katmak istiyor.
Her seferinde ABD ile ilişkilerin bozulmasının hemen ardından yetkililerinden ağzından yapılan ‘stratejik ortak’ hatırlatmaları bu çıkışların sadece ‘blöf’ten ibaret olduğu izlenimini veriyor. Çok bilinmeyenli denkleme benzeyen Suriye’de ve özelde İdlib’te yaşanan sorunların nasıl çözüleceğini ve bunun Türkiye-ABD ilişkilerine nasıl yansıyacağını yine zaman gösterecektir.
Kaynak:HÜR24 Haber
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.