İslam'da Tevhid konusu

İslam'da Tevhid konusu
ALLAH'ın El-Vâhid ismi ve İslamda Tevhid ile ilgili açıklamalar…

RAMAZAN MANİSİ:

Besmeleyle çıktım yola  
Selam verdim sağa sola  
A benim ağalarım  
Namazınız mübarek ola.

 

AYET:

Allah; O'ndan başka İlah yoktur. Kendisinde hiçbir şüphe olmayan kıyamet gününde sizleri muhakkak toplayacaktır. Allah'tan daha doğru sözlü kimdir? -Nisa Suresi: 87-

HADİS:

“En değerli ve en faziletli zikir, Kelime-i Tevhiddir. Yani (Lailaheillallah) demektir. -Sahihi Buhari-

 

el-vÂhid-001.png

EL-VÂHİD

Tek...

Zâtında, sıfatlarında, işlerinde, isimlerinde, hükümlerinde asla şerîki (ortağı) veya nazîri (benzeri) ve dengi bulunmayan...

 

TEVHİD:

Tevhid inancı neyi ifade eder ve kaç kısma ayrılır?

Tevhid inancı: Bütün kâinatın yaratıcısı olan ALLAH’ın bir tek ilah olduğuna, onun ne zatında, ne fiillerinde, hiçbir ortağı olmadığına iman etmek anlamına gelir. 
Tevhid inancının sağlam bir zemine oturtulması, tevhid anlayışının değişik yönlerden doğru algılanmasına bağlıdır. Aksi takdirde, “ALLAH’ın zatında şeriki yok” deyip de, ibadete layık tek hak mabut olduğunu ifade eden ilahlığında veya fiilî icraatlarında bu tevhidi zedeleyecek düşünce ve eylemelere girmek hakikî tevhid anlayışıyla bağdaşmaz.

Bu tür yanlışların önüne geçmek için, İslam alimleri Kur’an ve Sünnetin ışığında konuyu daha da açmak, detaylandırmak ve açıklamak üzere tevhid hakikatini değişik yönlerden ele almış ve farklı taksimata tabi tutmuşlardır. Bunların bir özetini maddeler halinde sunmaya çalışacağız:
 

a. Kâinatın Rabbi olmakla onun hak mabudu/İlahı olmak arasındaki bağlantıyı gösteren taksimat:
Tevhid-i Rububiyet: 

İlk defa Fatiha Suresi'nde yer alan “Rabbu’l-âlemîn” vasfı, ALLAH’ın kâinatın tek sahibi, bütün varlıktaki mülkün mutlak maliki, her şeyin tek yaratıcısı, yegâne iradecisi olduğunu ifade etmektedir. Bu anlayış, hakikî tevhid dersini verip, varlıkta ne varsa -deyim yerindeyse- iğneden ipliğe her şeyin yegâne yaratıcısının Allah olduğunu gösterir.
 

Tevhid-i Uluhiyet: 
Bütün varlıkta, ibadet edilmeye layık yegâne mabut ve ilah ALLAH olduğunu ilan eden bu kavram da ilk defa Fatiha Suresi'nde “İyyake nabudu” ifadesiyle insanlığa ders verilmiştir. “Yalnız sana ibadet/kulluk ederiz” manasına gelen “İyyake nabudu” ifadesindeki hitap, “Rabbu’l-âlemîn” olan ALLAH’a ait olduğu için, bu iki tevhid bağlantısı da açıkça söz konusu edilmiştir. Bu bağlantının özeti şudur: Tek başına bütün kâinatı yaratan kim ise, bütün varlığın gerçek mabudu da odur. Bunun mefhum-u muhalifi şudur: Tek başına bütün kâinatı yaratamayan gerçek mabut olamaz.

b. Düşünce ve söz planında tevhid inancına sahip olmakla, davranış ve fiiliyat planında tevhid inancına sahip olmak arasındaki zorunlu bağlantıyı gösteren taksimat:

Tevhid-i Akval: 
Düşünce/ve sözlü Tevhid anlayışı, İslam Dini'ne girmenin olmazsa olmaz şartıdır. ALLAH tek yaratıcıdır, yegâne mabuttur. İhlas Suresi, bu tevhidi ders vermektedir.
 

Tevhid-i Ef’al: 
Diliyle ALLAH’ın birliğini ilan eden, onun yegâne yaratıcı ve mabut olduğunu savunan kimse, eğer fiil ve davranış biçimiyle de bu inancını pekiştirmezse gerçek muvahhit olamaz. Fiilleriyle sözlerini tekzip eden kimsenin tevhid anlayışında sakatlık var demektir. Bu tevhid anlayışını da Kâfirun Suresi ders vermektedir. 
c. Bunların dışında “Tevhid-i Kayyûmiyyet, Tevhid-i Sermedîyet, Tevhid-i Celâl" gibi daha başka tevhid çeşitlerine de yer verilmiştir. Bunların bir özetini Risale-i Nur’da görmekteyiz.
Risale-i Nur'da İhlâs Sûresi'nin tevhid açısından yapılan kısa bir tefsiri özetle şöyledir:
"Surenin birinci cümlesinde yer alan "huve" deki karinesiz işaretin gösterdiği itlak, bir ta'yini, o da teayyünü gösterir. Bu ise tevhîdin şühûd mertebesine işarettir." (Sözler/Lemeât)
Yani: İhlâs Sûresi'nin ilk cümlesi "Kul huve" nin anlamı: "De ki: O'dur."şeklindedir. Her zamirin mutlaka bir mercii vardır. Buradaki merci, açık olarak ifade edilmeyip, mutlak bırakılmıştır. Bu makamda mutlak bırakılan zamirin mercii ancak bir mutlak varlık olabilir. Mutlak bir varlık ALLAH'tan başkası olmadığına göre, buradaki mutlak zamirin mercii de ancak O'na ait olup, O'nu gösterebilir. İtlakta ta'yin ve tayinde de taayyün'ün mânâsı budur.
"İkinci cümle, Tevhid-i Ulûhiyeti gösteriyor. Üçüncü cümle, Tevhid-i Rubûbiyyet ve Tevhid-i Kayyûmiyyete işaret ediyor. Dördüncü cümle, Tevhid-i Celâli ihtiva etmektedir. Beşinci cümle, Tevhid-i Sermedîye işarettir. Altıncı cümle, Tevhîd-i Câmi'i, ihtiva etmektedir. Ne zâtında nazîri, ne ef'âlinde şerîki ve ne de sıfatında şebîhi vardır. (a.g.y)
Bilindiği gibi İhlâs Sûresi'nin altı cümlesi vardır ve meâlleri şöyledir: 
"1. De ki: O, (Allah)'dır. 2. Allah birdir. 3. Allah Sameddir. 4. O doğurmamıştır. 5. Ve doğmamıştır. 6. O'nun hiç bir dengi yoktur."
Bediüzzaman, bir değerlendirmesinde altı cümleden ibaret olan bu İhlâs Sûresi'nin;

Yedi çeşit şirki (Üzeyirperestlik, İsaprestlik, melekperestlik, akılperestlik, esbabperestlik, yıldızperestlik, sanemperestlik gibi putperestlikleri) reddeden ve;

Tevhid-i şuhud (görünen her şeyde ALLAH’ın birliğinin görülmekte olduğunu ifade eder),

Tevhid-i ulûhiyet,

Tevhid-i rubûbiyyet,

Tevhid-i kayyûmiyet (her varlık başkasına muhtaç olmasıyla, kendisini ayakta tutan ALLAH’ın birliğine şahadet etmekte olduğunu ifade eder),
Tevhid-i celâl (bütün varlıklar, mahiyeti itibariyle âciz, fakir, güçsüz olmasına rağmen taşıdığı güç ve izzet bu tevhide işaret eder),
Tevhid-i sermediyyet (her şeyinde, her işinde muhtaç olan yaratıkların ihtiyaçlarının giderilmesi, bu tevhide işaret eden bir dildir)
 ve Tevhid-i câmi (gibi, bunun anlamı şudur; ALLAH’ın ne zâtında nazîri/dengi, ne ef'âlinde şerîki/ne fiillerinde ortağı ve ne de sıfatında şebîhi/benzeri vardır) gibi tevhidin yedi mertebesini gösterdiğini ifade etmiştir. (a.g.y)

Tevhid: “Birlemek” “ ALLAH’tan başka ilâh olmadığına inanmak.” “Lâ ilâhe illâllah sözünü tekrarlamak” manalarına gelir. 
Tevhid denilince akla hemen “lâ ilâhe illâllah” kelamı gelir. Bu kelama kelime-i tevhid denilir ve ALLAH’tan başka hak mabut olmadığını ifade eder.

Şu varlık alemi için çeşitli teşbihler yapılmıştır. Bunlardan birisi de “kâinat sarayı.” İşte tevhid, bu sarayın sultanını bir bilme, birleme ve Ona hiçbir şeyi ortak koşmama itikadıdır. 

Kâinat sarayının tabanı başkasının, tavanı başkasının olmaz. Bu sarayın halıları, lâmbaları ve diğer eşyaları bir başka âlemden getirilip de buraya monte edilmiş değiller. Saraydaki her şey ve en önemlisi her misafir, saraydan doğuyor. Bir çiçeğe bakalım: Topraktan güneşe kadar sarayın her şeyinin onda bir hissesi vardır. İnsan bedenine nazar edelim: Bu sarayın temel taşları olan elementler onda da mevcut. 

Dağlar ovalara birer koltuk gibi kurulmuş. Ama başka bir yerden getirilerek değil, ovanın içinde yükselerek. Meyveler dallara tutunmuş. Başka bir beldeden ithal edilerek değil, ağacın içinden çıkarılarak. 
Yavru, annenin kucağına oturmuş. Bir başka ülkeden gelerek değil, onun rahminde büyüyerek. Güneş bu saraya lâmba olmuş. Bir başka yerden satın alınarak değil, sema ile birlikte yaratılarak. 
Bu âlemde bulunan sonsuz denecek çok varlık tevhid edilmiş, birleştirilmiş, aralarında ilgiler kurulmuş ve bu varlık âlemi bir saray şekline sokulmuştur. Bunu düşünen insanlar kelime-i tevhidi okur ve bu sarayı her şeyiyle ancak ALLAH’ın mülkü ve mahluku bilirler. 

Kelime-i tevhid ALLAH’tan başka hak mabut olmadığı anlamına gelmekle birlikte, bu kelamda geçen ALLAH ismi, bütün İlâhî isimleri de içine aldığından, “Allah’tan başka Muhyi (hayat verici) yoktur, ALLAH’tan başka Xalık (yaratıcı) yoktur, ALLAH’tan başka Malik yoktur.” gibi manaları da içinde saklar. Böylece bu tevhid içinde İlâhî isimler adedince tevhidler saklıdır. 

Bazı âlimlerimiz, tevhidi, “ilmî ve amelî” olmak üzere ikiye ayırırlar. Bu sınıflandırmaya göre, ALLAH’ın bir olduğunu ve kainattaki bütün birliklerin Onun birliğini gösterdiğini bilmek, hep ilmî tevhiddir. Amelî tevhid ise, bu tevhid inancının insanın amel âleminde tam bir hâkimiyetle hükmetmesidir. 

Fatiha-i şerife’nin “İyyake na’büdü ve iyyake nestain.” âyet-i kerimesi amelî tevhid dersi verir: “Yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz.” Yalnız senin bildirdiğin yöne döner, yalnız senin huzurunda el bağlar, ancak sana rükû ve secde ederiz. Aklımızı sadece senin razı olduğun şeylere yorar, kalbimize ancak senin razı olacağın sevgileri koyarız.

Yalnız ALLAH’a ibadet eden bir insan batıl mabutlara tapma zilletinden kurtulduğu gibi, yalnız ondan yardım dileyen bir kul da sebeplerin ardına düşmekten, olayların kölesi olmaktan kurtulur. Ve tam bir tevekkül ile Rabbine sığınır. Bu çok ulvî bir haz olmakla beraber aynı zamanda çok üstün bir kuvvettir. 

Zaten kâmil mü’min olmanın yolu da, hem ilmî hem de amelî tevhidde kemale ermekten geçer. 

Tevhid sadece bunlarla sınırlı değildir. Sıfat, esma ve fiilleri için de tevhid söz konusudur. Bunları şöylece özetlemek mümkündür:

Tevhid-i Ef’al: “Eşyanın yaratılmasında ve idaresinde sebeplerin hiçbir tesiri olmadığını bilmek”,“Tek yaratıcının ancak ALLAH olduğunu itikat etmektir.”

Tevhid-i Sıfat: “Mahlûkata takılan ilim, kudret, irade gibi sıfatların da ALLAH’ın mahluku olduğunu bilerek onlara müstakil bir varlık isnat etmemek demektir.

Tevhid-i Zât: “Her varlığı O’nun zâtı ve varlığı yanında yok derecesinde bilmek.

Hayat vermek, öldürmek, şifa bahşetmek, hidayete erdirmek, rızk vermek her biri ayrı bir fiildir. Sonsuz denecek kadar çok olan bu fiiller aynı sıfatlara dayanıyor. Bu sıfatlar “hayat, ilim, kudret, sem’, basar, irade, kelâm, tekvin” sıfatlarıdır. İşte mahlûkat âleminde icra edilen sonsuz fiillerin hepsini bu ilâhî sıfatlardan bilmek, tevhid-i ef’aldir. Bu sıfatları bir tek zâta isnat etmek ise, tevhid-i zâtdır. Gerekmektedir.

 

ALLAH’I BİLMEYE YÜZ DELİL

Fahreddîn-i Râzî, Herat ve civarında bozuk inançları yaymakla meşgul olanlarla mücâdele ediyor, Müslümanlar'ı bunların tehlikelerine karşı korumaya çalışıyordu.  Üç yüz kadar atlı talebe ve âlim ile Herat'a geldiğinde; hem devlet, hem din büyükleri akın akın ziyaretine gelmiş, alâka göstermişlerdi. Ama birileri vardı ki; ne geliyor, ne de gelme arzusu ızhâr ediyordu. Acaba Fahreddîn-i Râzî hazretlerinin muhâliflerinden miydi?

Halktan bir zengin, bir gün Fahreddîn-i Râzî hazretlerini bahçesinde yemeğe dâvet etti. Maksadı; ziyaretine gelmeyen zâtı da orada bulundurup, görüşmelerini ve bir yanlış anlamanın meydana gelmemesini temin etmekti.

Fahreddîn-i Râzî hazretleri, yemekte karşılaştığı ziyaretine gelmeyen zâta,

- Niçin bizi ziyârete gelmediniz? diye sordu. Şöyle cevap verdi o zât:

- Ben fakirin biriyim. Ne ziyâretinize gelişim size bir şeref kazandırır, ne de gelmeyişim size bir şey kaybettirir. Siz mühim kimselerle meşgul olun.

Bu cevap Fahreddîn-i Râzî hazretlerini düşündürdü. Bu defa büsbütün meraklanarak ısrarla suallerini peşi peşine sıraladı:

- Bu, sıradan birinin sözüne benzemiyor. Kalbi-gönlü uyanık birinin cevabıdır bu. Şimdi daha çok meraklandım. Söyleyin lütfen niçin gelmiyorsunuz? Bize vermek istediğiniz bir mesajınız olmalı.

- Sen, 'Müslümanlar'ın benim ziyâretime gelmeleri vâciptir' diyormuşsun. Neden senin ziyâretine gelmek vâcip olsun?

- Ben ilim ehli biriyim. Benim ziyâretime gelenler aslında benim değil, ilmin ziyâretine gelmiş olurlar. Mücâdelemde bana yardımcı olmuş, beni desteklemiş sayılırlar.

- Öyle ise anlat bakalım... İlmin hedefi ALLAH'ı bilmek olduğuna göre, nasıl biliyorsun Hazret-i Mevlâ'yı?

- Yüz delil ve burhan ile biliyorum ALLAH Teâlâ'yı...

- Peki, öyleyse, söyler misin; burhan ve delil, şüpheleri gidermek için değil midir? Demek sende bu kadar şüphe varmış ki her birine delil aramış; ancak bu delillerle şüpheni gidermişsin. Halbuki ALLAH’u Zu'l-Celâl bana, öyle bir îman verdi ki; şüphenin zerresi bile kalbimde yoktur. Olmayan şeyi gidermek için ne diye delil ve burhan arayayım?

Bu cevaptan sonra bir suskunluk başlar. Neden sonra yerinden kalkan büyük müfessir Fahreddîn-i Râzî hazretleri,

- Uzat elini de öpeyim. Sen sıradan biri değil, bir îman ve ihlâs numûnesi mâneviyât sultânısın. Kim isen söyle de beni daha fazla merakta bırakma.

Fahreddîn-i Râzî hazretlerinin kulağına eğilen birinin, fısıltı hâlinde söyledikleri şundan ibârettir: 

- Konuştuğun zât, Necmüddîn-i Kübrâ hazretleridir.

Fahreddîn-i Râzî hazretleri hemen diz çöküp rica eder:

- Lütfen beni de kabul buyurun tâlipleriniz arasına da, ben de iştirak edeyim sohbetlerinize...

....

İşte zâhirî ilimle bâtınî ilmin farkı... İşte zâhirî ilim ehli ile, zû'l-cenâhayn olan mâneviyat erbâbının seviye ve dereceleri... Keza, aralarındaki diyalogun güzelliği ve hakkı teslim ile neticelenişi... Ve, biri birlerine karşı olan nezâket ve saygıları...

Zamanımız 'tartışmacıları'na örnek olması dileğiyle...

HAZIRLAYAN: VEYSİ DEMİR HÜR24 HABER

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.