Kapımızda Bekleyen Tehlike!

Kapımızda Bekleyen Tehlike!
Gazeteci Osman Gülebak'ın, İslam felsefesi ve Modernite üzerine yazdığı"Kapımızda Bekleyen Tehlike!" adlı analizini istifadenize sunuyoruz...

Gazeteci Osman Gülebak'ın, İslam felsefesi ve modernite üzerine yazdığı"Kapımızda Bekleyen Tehlike!" adlı yazısı:

İlk tarih felsefecisi olarak tarihe geçen, aynı zamanda batılı birçok felsefeciye de bu anlamda öncülük eden İbni Haldun’un, devletlerin yapıları, yaşama süreleri ve bunları etkileyen ilahi yasaları ortaya koyan çalışmaları, faydalanmak isteyen herkes için önemli dersler içerir. Onun dönemine kadar tarihi olaylar birbirinden bağımsız olarak ele alınırken ilk defa o, bu olayları bütüncül olarak ele alıp yorumlamış ve sonunda tüm toplumlar için geçerli olan ilkelere ulaşmıştır. İşte bu ilkelere biz Yüce Allah’ın sünneti yani sünnetullah diyoruz ki bu hakikat, “Allah’ın yasalarında bir değişme göremezsin” ayetiyle de belirtilmiştir.

Devletlerle ile ilgili teorisini yaşadığı dönemdeki Kuzey Afrika sultanlıkları üzerinden geliştiren İbni Haldun, devleti doğan, büyüyen ve sonra yaşlanıp ölen bir canlı varlık gibi görür. Bu teori her kadar devlet üzerinden ortaya konulmuş olsa da aslında herhangi bir düşünce ya da fikir etrafında bir araya gelen kabile, cemaat, parti ve benzeri tüm sosyal grupları kapsadığını belirtmek gerekir.

İbni Haldun, devlet ve medeniyet düşüncesini asabiyet ilkesine bina eder. O, asabiyeti insanları bir araya getiren din ya da kan bağı gibi ortak hareket etme duygusu olarak görür. Aslında asabiyet kavramı, bir insanın kendisini bir yere ait hissetmesi anlamında olan aidiyet kavramıyla aynıdır. Biraz daha açacak olursak asabiyet, belli bir insan topluluğunu örgütlenmeye, dayanışmaya ve ortak tehdit karşısında birlikte hareket etmeye sevk eden bağ olduğunu söyleyebiliriz.

Muhammed Abid El Cabiri bu konuda şunları söyler:

“Değişik şekillerde karşımıza çıkan modern örgütlenmelerin hepsini üyeleri açıkça tarif edilmiş belli bir hedefi gerçekleştirmek üzere çalıştıkları sürece asabiyet olarak değerlendirebiliriz. Söz konusu örgütlenmelerin üyeleri tehdit algıladıkları zamanlarda bilinç ve bağlılık olarak örgütlerine daha güçlü bir şekilde desteklerini arttıracak, tehdit algısı kaybolunca örgütlenme üzerinde daha gevşek bir durum hâkim olacaktır.”

Bu açıdan bakıldığında bir düşünce etrafında bir araya gelinen bu aidiyet ne kadar güçlü olursa o topluluk da o kadar güçlü olur. Bu aidiyet ne kadar zayıflarsa o topluluk da o oranda zayıf olacaktır. Yani aidiyet bir topluluğu bir arada tutan çimento gibidir. Nasıl ki çimentosu sağlam olan bir duvar kolayca yıkılmazsa aidiyeti sağlam olan bir yapıda kolayca yıkılmayacaktır.

Bu aidiyeti ve bulunduğu topluluğu yıkıma götüren toplumsal hastalıklar da var. Bunların başında hem Kur’an’da belirtilen bir sünetullah olan hem de İbni Haldun ‘un tespit ettiği, dünyevileşme ve lüks düşkünlüğü hastalığıdır ki bu hastalık tarih boyunca nice devletin ve topluluğun yıkımına sebep olmuştur. Örneğin Roma İmparatorluğu ve Osmanlı İmparatorluğu güçlerinin zirvesinde iken bu hastalığa yakalanmış ve yıkılmışlardır. Yine İslam tarihinde Halifeler Devrinden sonra başlayan saltanat ve dünyevileşme hastalığı Emevileri ve ardından da Abbasilerin yıkımına sebep olmuştur.

Bu gerçeği iyi fark eden sömürgeci güçler ve onların yerli işbirlikçileri, İslam coğrafyasında 20. Yüzyılda sömürgeciliğe karşı ihya hareketlerini bağrından çıkaran İslam toplumunu bu noktadan hedef tahtasına oturtmuşlardır. Fiili sömürgeciliğin yerine hayata geçirilen yeni sömürgecilik anlayışı olan Modernizm, onun taşıyıcısı konumundaki ulus devlet aygıtı ile ortaya konulan liberal politikalarla Müslüman halkın, sosyal açıdan bir arada tutan tüm aidiyet bağlarına adeta savaş ilan edilmiştir. Ortaya konulan onlarca proje ile insanların sosyal çevresinden uzaklaştırılarak bireyselleşmesi sağlanmaktadır ki bireyselleşen her bir fert sömürgeci zihniyetin tuzağına düşebilecek kolay bir kurbandır.

Son yıllarda İslam coğrafyasında özellikle Türkiye’de meydana gelen bir takım gelişmeler, üzerinde ciddi analizler yapılması gereken bir konudur. Yıllarca baskı altında yaşayan Müslüman halk, bir anda kendisini temsil ettiğini düşündüğü bir iktidar ve rahat ortam ile tanışmıştır. Görünürde bir kazanım gibi algılanan bu süreç zamanla tersine dönmüştür. Dini hassasiyetleri ve savunma mekanizmaları (asabiyet-aidiyet) çok güçlü olan İslami kesim, bu rahatlık sürecinde mevcut hassasiyetlerini maalesef kaybetmişlerdir. Bu süreçte iktidar ve zenginlik ile tanışan birçok kişi, mücahit iken maalesef müteahhite dönüşmüştür.

Zor ve baskıların karşısında dipdiri bir mücadele ortaya koyanlar, bu yeni sürecin, tuzağın başka bir boyutu olduğunu anlayamadılar. Dünya adına elde ettikleri bazı küçük kazanımlar karşısında kaybettiklerini hesaba katmadılar. Bu süreçte nicelik olarak büyürken niteliklerini kaybettiler. Dünyevileştikçe onları bir arada tutan bağların kopma noktasına geldiğini fark etmediler bile. Bugün bu tehlike istinasız her kesimin kapısında hazır beklemekte ve ele geçirdiği fertleri bir bir yutmaktadır. Bundan da daha vahim olanı ise davetçi konumunda olan insanların bu süreçten olumsuz etkilenmesidir.

Katarlı yazar Casım Sultan bu konuda şu uyarıları yapıyor:

“Savurganlık ve lüks düşkünlüğü, bu iki hastalık, ideallerini gerçekleştirme yolunda bir toplumun ilerleyişini duraklatan olumsuz etkenlerdendir. Bir topluluğun bireyleri, kendilerini lüks yaşama alışkanlıklarına kaptırdıklarında aralarındaki bağ gittikçe zayıflar, zaman içinde çürür yok olur gider. Böyle bünyeleri savunma reflekslerini kaybedeceği için artık güç dengeleri içindeki yerini kaybedecektir.”

Ne iktidar ne de zenginlik İslam’da kötü görülen bir durum değildir. Bilakis İslam bu iki olgunun insanı yoldan çıkarma tehlikesine karşı uyanık olunmasını ister. Maalesef İslam dünyası iktidar ve zenginlik imtihanı karşısında gerekli duruşu sergileme noktasında hala yeterli tecrübeyi kazanamamış durumda. Bu da başka bir handikapımız.

Düşmanlarımızı suçlayıp işinden çıkmak elbette ucuz bir yol olacaktır. Bugün İslam toplumunun âlimlerinin, aydınlarının, kanaat önderlerinin, yöneticilerinin kısacası kendisini bu topluma karşı mesul hisseden herkesin, bu süreç karşısında gerekli uyanık olması gerekiyor. Uyanık olmak yetmez bu süreci iyi analiz ederek toplumun bünyesini çökerten, bağlarını zayıflatan bu hastalığı bertaraf edecek İslam’ın kaynağından beslenen projeler üretmelidirler.

Tüm dayatmalara karşı, kardeşlik, fedakârlık, yardımlaşma, merhamet, isar gibi kavramların hayatımızda yer alması sağlanarak bir daha İslam kutlu mesajına yeniden dönüş sağlanmalıdır. Modernitenite’nin dünyaya yaşattığı krizlerden ancak bu şekilde kurtulabiliriz.

 

Kaynak:HÜR24 Haber

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.