Osmanlıyı kimler ve ne yıktı?-I

Osmanlıyı kimler ve ne yıktı?-I
Doğruhaber Gazetesi Yazarı Abdulkadir Turan'ın, Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılış sürecini ele aldığı, "Osmanlıyı kimler ve ne yıktı?-I" adlı yazısını istifadenize sunuyoruz...

Doğruhaber Gazetesi Yazarı Abdulkadir Turan'ın, Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılış sürecini ele aldığı, "Osmanlıyı kimler ve ne yıktı?-I" adlı yazısı:

Bazı tarihsel dönemler vardır ki sosyal yaşamdaki Sünnetüllah’ı, gaybden gelen bir çığlık gibi duyurur. Osmanlının yıkılış günleri de herhalde o tarihsel dönemlerdendir. O tür dönemler, bütün hususiyetleriyle kendilerinden sonraki dönemler için uyarıcıdır. Bunun için, o dönemlerin sonraki dönemlerde çok daha iyi tahlil edilip değerlendirilmesi gerekir.

Osmanlının son yüzyılı incelendiğinde sanki bir laboratuvar kurulmuş da bir güç, büyük bir devletin nasıl yıkılacağına dair kusursuz işleyen bir deney yapmıştır. Deneyi yapanlar, Batılı güçler ve o güçlerin saklı patronu Yahudilerdir; deneyin yerel insan unsurları ise İttihat ve Terakki kadrolarıdır.

Başka bir anlatımla burada adeta bir devlet yıkma tiyatrosu kurulmuş da senarist, muazzam işleyen bir oyunla İttihat ve Terakki kadrolarını oynatarak oyunu tam istediği gibi neticelendirmiştir. Oyunun aksadığı her noktada, oyuna uygun yetiştirilen İttihat ve Terakkîli oyuncuların gençlik enerjisi ve Osmanlıdan gelen mahareti işletilmiş; Osmanlı gençliğinin yeteneği ve Osmanlı mirası buluşturulup Osmanlıyı yıkmak için kullanılmıştır.

Bu kadroların hiç kuşkusuz en öndeki ismi, gizemli bir teşkilat olan İttihat ve Terakkî’nin belirsizliği içinde fiilî lideri Talat Paşa’dır. Onun yaşam öyküsü, bize Osmanlı’nın yıkılış öyküsü konusunda bugün için çok kıymetli fikirler sunmaktadır. Talat Paşa’nın herhâlde tek iyiliği ise hatıralarını kaleme almasıdır. Bu hatıralar, Ebû Ziya Tevfik’in “Yeni Osmanlılar Tarihi” diye yayımlanan hatıratıyla birlikte peş peşe okununca Sultan Abdülhamid’in dizlerini vura vura “Eyvah eyvah!” diye hayıflandığı sahneler daha iyi anlaşılır.  

Her iki ismin de menfi yanı, kapıldıkları pozitivist ve determinist (seküler cebriyeci) anlayış içinde vakaların sorumluluğunda insan iradesini hiçleştirmeleridir. Bu hiçleştirme, bu senaryoyu organize eden ama onların hamisi konumundaki Batı’yı masumlaştırdığı gibi, İttihat ve Terakki kadrolarını da sorumluluktan kurtarıyor. Hakikatte geçmişte yaşanan her felakette insan iradesini hiçleştiren bir eski zaman insanı ne ise bunlar da “çağın getirdikleri” söylemi ile vakalarda insan iradesini öyle hiçleştirirler.  

Aklı uyuşturan bu yaklaşıma karşı devirle ilgili bütün müktesebatı tahlil ederek okumak ve bugünle o gün arasında kıyaslamalar yapmak benzer bir süreci bertaraf için elzemdir.

Analizimizde bu yaklaşım doğrultusunda Osmanlının yıkılışını İttihat ve Terakki’nin fiili lideri Talat Paşa’yı merkeze alarak değerlendireceğiz.  

YIKIMIN ARKA PLANI

19. yüzyılda Avrupa’nın ardından Osmanlıda da Yahudiler, ekonomik güçleri ile devletin içine sirayet ettiler. Avrupa’nın sekülerleşip Katolik Kilisesini tasfiye etmesiyle Yahudi örgütlenmesi neredeyse Katolik Kilisesinin yerini almış ve mihver ülkelerde yönetimin merkezine yerleşmişti. O Yahudi yapı, Batı’nın doğuya açılma ihtirasını miras almış görünerek kendisinin doğuya yeniden dönüş emelleri ile sentezlemiştir. Bu sentezleme, Batı’nın İslam alemine yönelik emperyal emelleri ile Yahudilerin Kudüs ve çevresine hâkim olma hevesi ile bütünleşmiş ve Kudüs’ü elinde bulunduran Osmanlıya yönelik bir istila projesine dönüşmüştür.

İnsan için imkânın bir yanı aklın realist tedbirleri, diğer yanı kalbin getirdiği romantik coşkudur. Osmanlı, 19. yüzyılda, kalp merkezli coşkudan uzaklaşmadan çağın zorunlu kıldığı bir akılsal değişime ihtiyaç duymuştur. Gaye, özünden uzaklaşmadan kendini onarıp ihya etmektir. Ne var ki Yahudiler, devletin merkezine sirayet etmeye başlamış ve karar mekanizmasını bozmaya başlamışlardır. Onların devletteki bu yükselişi sadece devletin hassas dengesini bozmamış, aynı zamanda onlardan tarih boyunca ürken ve artık Batı’dan yana da bir umuda kapılan Rum ve Ermenileri de konumunu kaybetmeme yarışına sürüklemiştir. Osmanlının yıkılış öyküsü bir yanıyla bu üç unsur arasındaki yarışma, soğuk savaş ve kimi zaman ana bütüne karşı dayanışmanın da öyküsüdür. Süreçten Yahudiler en kârlı topluluk olarak çıkarken Batı’nın desteğini alan Rumlar kısmen kazanımlar elde etmiş, Ermeniler ise iflasla çıkmışlardır.

Osmanlının akıl arayışı, Yahudiler tarafından Mason teşkilatları da kullanılarak saptırılmış; Osmanlı, aklı ararken kalbinden olmuştur. Hatta kendisini kurtaracak dengeli aklı ararken kontrolü tamamen kaybederek Batı emperyalizminin ürettiği ruhsuz pozitivist aklın tuzağına düşmüş, o aklın tuzağında, coşkusunu, romantizmini varlığının üzerine oturduğu İslam’dan ırkçılığa yöneltmiştir. Osmanlının fiili celladı hiç kuşkusuz bu vahiyden kopmuş, maddeci/imkâncı/çağın getirdikleri karşısında insan iradesinden yana edilgen pozitivist akılla, devleti bölecek ırkçılığa saptırılmış romantizmdir. Yıkımın yerel insan unsuru, İttihat ve Terakkî kadroları tam da pozitivist ve ırkçı romantik olarak yetiştirilmiştir.

Müthiş bir tasarımla her iki yan kahredici bir uyum içinde işledikçe Osmanlı; karışacak, küçülecek ve nihayetinde her iki yan, doruğa çıktığında çöküp tarihe karışacaktır. Pozitivist akılcılık, Osmanlıyı öz aklından uzaklaştırmış, muhtaç olduğu, günün gerçeğini kavramış Müslüman aklından koparıp idraksizleştirdiği gibi, yönetici elit sınıf arasında yayılan ırkçılık da köklerinden pozitivizmle kopan Osmanlıyı tabii olarak parçalanıp tükenmeye götürmüştür. Halbuki Osmanlı aydını, kurtuluşu bizzat pozitivist akıl ile Batı menşeli ırkçılıkta görmüş ve o yönde çalıştıkça da Osmanlı Devleti adına bir tür harakiri yapmıştır.

Osmanlıda İttihat ve Terakki’den yana olan ulema ve diğer simalarının en büyük sorunu ise selamete götürecek cemaat aklından yoksun olmaları, bununla da ilişkili olarak İttihat ve Terakki’nin tek adam, despotizm karşıtlığı gibi söylemlerini onun arka planından bağımsız değerlendirme gafletine düşmeleridir. Onlar, kendilerince Yıldız Sarayı’nın menfi uygulamaları karşısında Müslüman vicdanına göre davranırken ferasetin en önemli unsurlarından olduğu Müslüman aklından uzaklaşmışlar ve bunun için bir kurtuluş reçetesi ortaya koyamamışlardır.  

TALAT PAŞA’NIN KİMLİĞİ VE MAKAMI

1874'te Edirne’de doğan Mehmet Talat Paşa kimdir? Bazı ırkçı tezlere göre, roman (çingene) kökenlidir. Daha doğru tespitlere göre ise Rumeli’ye geçen Türk unsurlardan, adliye teşkilatı mensubu bir babanın oğludur.

Talat Paşa’nın biyolojik mensubiyeti ile ilgili iddialar bu yönde iken fikirsel ve örgütsel mensubiyeti ise tamı tamına 19. yüzyıl Osmanlısı “Selanik”ine aittir.

İttihat ve Terakki’nin öncüsü Jön Türklerin ortak yönlerinden biri, herhangi bir Batılı güçle doğrudan bağlantı içinde olmalarıdır. Osmanlı evlatları olarak henüz azınlıkların himayesine girme ezikliğinden uzaklar. Hâlbuki İttihat ve Terakki’nin bir özelliği, dış bağlantılarla birlikte en başta Yahudiler olmak üzere azınlıklarla sıkı bağdır. Onların daha genç kuşağı ise doğrudan yabancı okullarda yetişmiş veya azınlık mekteplerinde öğretmen olarak bulunup iaşesini onlardan sağlamıştır.

Jön Türklerin dış bağlantısını Fransız La Libertee gazetesi şu cümlelerle ifade eder: “Fransız ulusu, ilerleme fikrinin bayraktarlığını yapmakta olan ve ülkelerinin en seçkin kalemlerinden meydana gelmiş bulunan bu genç yurtseverlere, en candan sevgi ve saygı duyguları ile konukseverlik kucağını açarken, özgürlük yolunda kendilerine önderlik yapmayı şerefli bir görev saymaktadır.” Hâlbuki aynı Fransız ulusu, Osmanlıya bağlı Cezayir’i istila etmiş, kendisine bağlamak istemektedir, Lübnan ve Suriye ile ilgili de göz ardı edilemeyecek emellere sahiptir!

Jön Türklerin ikinci ve hatta üçüncü kuşağına Mehmet Talat, Edirne’de İdadiye (liseye) başladıktan sonra babasını yitirmiş ve maddi yoksulluk içinde Edirne Posta Telgraf İdaresi’nde işe başlamıştır. Talat, o yönde bir eğitimi olmadığı hâlde, aynı zamanda Musevi Alyans İsrail Mektebi’nde Türkçe öğretmenliği yapar, mektebin müdürü Mösyö Lupa’nın kızından da Fransızca eğitimi alır. Türkçe, Fransızca, Yahudi mektebi, Yahudi kızı… Teşkilatın unsurları, birbirini bulmuştur. Geriye bir Masonluk kalmıştır.

Talat, henüz yirmili yaşlarda olduğu o günlerde Sultan Abdülhamid’in istihbaratının dikkatini çeker, gözaltına alınır, notları yakalanır. Ancak kendisi o gizli notların kendisiyle Yahudi mektebinin müdürünün kızının aşk mektupları olduğunu öne sürer, kız da o yönde ifade verince Talat, bir süre Edirne Tevfikhanesi’nde kalıp serbest bırakılır.  Talat, “aşk”tan yana aslında doğru konuşmuştur, lâkin o aşk, bilinen aşk değildir, Siyonizm tutkunluğudur. Bu Yahudi Alyans da ne diyecekseniz?  Bizzat resmi belgelere göre Büyük İsrail Devleti’ni kurmak için kurulmuş Paris merkezli, Osmanlıda teşkilatlı, Siyonist bir örgüttür. Anlaşılacağı üzere ileride Dahiliye Bakanı ve hatta Sadrıazzam, gerçekte Osmanlının gölge sultanı olacak olan o genç, karnını Yahudi parasıyla doyurmuş ve Yahudi aşkıyla aklı başından alınmıştır.

Dinsiz midir? Asla! 1921’de bir Ermeni genç tarafından katledilince cebinde Kur’an-ı Kerim vardır ve bulunduğu Alman kentinde cami inşaatı için ciddi bir gayret göstermiştir. Esasen onu Osmanlı için yıkıcı bir unsura dönüştüren de böyle karmaşık kimliğidir. Zira Talat, hem Yahudi kızına aşıktır ama aynı zamanda sıkı bir Türk milliyetçisi hatta ırkçısıdır. Usulen Masonluk, ırkçılıkla çatışır halbuki Talat, bilinmeyen bir tarihte Mason Locasına üye olur ve bizzat loca kayıtlarına göre en üst makam olan Üstad-ı Azzam rütbesine kadar yükselir. Burada bir çelişki daha vardır: Klasik olarak Masonlar, üst eğitimliler arasından seçilir. Halbuki Talat’ın böyle bir eğitimi yok. Bir ara hukuk fakültesine kaydolmuşsa da bitirememiştir.

Talat, cezaevinden çıktıktan sonra sürgün beklemektedir. Ama Osmanlının kontrolü kaybetmesiyle İttihat ve Terakki-Masonlar ve Yahudilerin ortak başşehrine dönüşen Selanik’e gönderilmiştir. Talat, bu ödül gibi sürgün karşısında şaşkındır ama onu bir şaşkınlık daha beklemektedir: Selanik Valisi Rıza Paşa, onu telgraf müdürlüğü emrine tayin eder. Rahatça geçinmesi için kendisine bin kuruş maaş karşılığında katiplik verir. Bizzat kendi ifadesiyle bu görev, onun bütün İttihat ve Terakki ile haberleşmesi için adeta ayarlanmıştır. Talat, kendisine bunun neden lütfedildiğini bilmediğini adeta yemin ederek söyler. Halbuki bir izahı vardır: Devletin tepesinde Sultan Abdülhamit vardır, ayaklarında ise Yahudilerin ağzına bakan Masonlar!

Talat, o sırada Mason Locasına alınır ki! Artık yoksul ve yetim Talat’ın yükseliş umudu oluşmuş, kim bilir aklınca hem kendisini hem bir yolunu bulup devleti kurtaracağını hayal ederek vazifesinde hırslanmıştır.  

Devlet ona ve arkadaşlarına aşılanan bu hırsla çökmüş, kendisi ise henüz 47 yaşında iken devletin dengelerini Yahudilerin lehine, kendi aleyhlerine bozduğu Ermenilerden bir genç tarafından Almanya’da sürgünde iken katledilmiştir. Anlattıklarına bakılırsa Talat, ne istemişse başta fazlasını almış ama nihayette neyi amaçlamışsa tam tersi olmuştur. Vakaları hep kendisi kontrol eder görünürken neredeyse her iş gizli bir elin istediği gibi gitmiştir. Örneğin, düşmanlık etse dahi gizlice hayranlık duyduğu Abdülhamid’in tahttan alınış biçimi ve ona tahttan alındığını bildiren heyetin de o heyette Siyonist Emanuel Karasu’nun nasıl yer aldığını da bilmemektedir! Abdülhamid’in devriliş sürecinde bizzat rol almış ama onun devriliş şeklinden incinmiştir!

Net olarak pişman mıdır? Bilemiyoruz. Zira seküler cebriyecilik (determinizm) ondaki sorumluluk duygusunu tamamen bitirmiş gibidir. Aksi hâlde onca hayal kırıklığı karşısında kendisi kafasına sıkar, hayatına son verirdi. Nitekim bazı İttihat ve Terakki mensupları öyle yapmışlardır.

Hazin olduğu kadar kahredici bir hikâye…

Haftaya devam edeceğiz inşaallah!

Kaynak:DOĞRUHABER

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.