Ya Birlikte Yaşamayı Öğreneceğiz Ya Birlikte Kaybedeceğiz
Gazeteci Osman Gülebak'ın, çatışmaların; kan ve gözyaşının en büyük sebebi farklılıkların inkârına dayanan ötekileştirme hastalığı üzerine yazdığı "Ya Birlikte Yaşamayı Öğreneceğiz Ya Birlikte Kaybedeceğiz" adlı yazısı:
Bugün yaşadığımız dünyada gerek küresel gerekse yerel anlamda yaşanan tüm çatışmaların; kan ve gözyaşının en büyük sebebi farklılıkların inkârına dayanan ötekileştirme hastalığıdır. Hastalık diyorum çünkü bu durum psikolojik bir durumun sonunda ortaya çıkıyor. Öyle bir hastalık ki kendisini mutlak doğrunun merkezine koyup kendi dışındaki herkesi yanlış olarak görüyor. Ve bu hastalık bugün tüm yeryüzü insanını kuşatmış durumda.
Ötekileştirme hastalığı tarih boyunca görülen bir vakıa olsa da günümüzde yaşanan sorunlar bağlamında değerlendirecek olursak Batı dünyasının bir ürünü olarak önümüze çıkıyor. İslam’ı rakip bir medeniyet olarak karşısında gören Batı Medeniyeti, çeşitli yollarla İslam Dünyasını çeşitli yollarla halkının gözünde ötekileştirdi. Oluşturulan ötekileştirmenin mutlaka geçerli bir meşruiyeti/dayanağı olması gerektiğini düşünen şarkiyatçılar, İslam Dünyasını karış karış gezerek bu meşruiyetin altyapısını oluşturdular. Kimi yazdığı kitaplarla kimi Avrupa’da gezerek yaptığı konuşmalarında İslam dünyasını ya yok edilmesi ya da kendilerine benzetilmesi gereken vahşi bir canavar (!) olduğuna inandırdı. Böylece İslam coğrafyasında Haçlı Seferleri ile başlayıp yüzyıllar sürecek savaşların ve işgallerin kapısı aralanmış oldu.
Batı dünyası aynı zamanda bu hastalığını, savaş halinde olduğu İslam Medeniyetinin içerisine de taşıdı. Önce kendileriyle anlaşmalı elit laik kesime sonra da İslam toplumuna aşılandı bu veba.
Birinci Dünya Savaşı sonrası Anglosaksonlar/İngilizler tarafından cetvellerle masa başında parçalara bölüştürülen İslam Coğrafyasının 22 bölgesi, yine Batının işgal, sömürü ve düşünce felsefesinin bir aygıtı olan Ulus devlete teslim edildi. Bu Ulus devletlerin başına da Batılı eğitim sisteminden geçmiş laik/seküler insanlar getirildi. Bazen bir kral, bazen bir diktatör bazen de bir cumhuriyetçi olarak boy gösteren bu yönetimler, şekilleri ve yöntemleri farklı da olsa hepsinin ortak bir hedefi vardı; o da ya farklılıkları tekleştirerek Batılılaştırmak ya da onları ortadan kaldırmak…
Hem Ulus devletin kendisi hem de laik taifeler, bu coğrafyada yıllarca kendi halklarına kan kusturdular. Hatta zorbalıkta o kadar ileri gittiler ki Batılı efendilerinin bile işgal dönemlerini aratır oldular. Mısır’da Abdunnasırlar, Irak’ta General Kasımlar, Saddamlar, İran’da Şah Rızalar, Suriye’de Hafız Esedler ve Türkiye’de Kemalist Rejim eliyle yaşatılan tüm zulümler buna örnektir.
Osmanlı bakiyesi Türkiye’de kurulan Cumhuriyet sonrasında tüm farklılara adeta savaş açıldı. İlk dönemlerde Ulus devlet politikalarına yani Batıya biat etmeyen İslami kesimler, Aleviler ve Kürtler, sistem tarafından ötekileştirilerek türlü imha politikalarına maruz kaldı. Bu süreçte kimi teslim oldu kimi de farklı yollarla varlığını korumaya çalıştı. Yüzyıldır yaşanan baskılar, bu coğrafyaya kan, gözyaşı, fakirlik ve istikrarsızlıktan başka hiç bir şey getirmedi. Son dönemlerde bu politikalarda bir yumuşama görülse de sistemin hafızası hala ‘ötekileştirme paradigması’ üzerine kurulu. Hem bu yumuşak sürecin küreselleşme kapsamında ötekiyi ortadan kaldırmanın farklı bir versiyonu olduğunu unutmamak gerekir.
Çatışmaların sebebi olan bu hastalık, son dönemlerde İslam toplumlarına da maalesef sirayet etmiştir. -hatta İslam toplumlarının birlikteliğini istemeyen Batının/Ulus devlet/laik kesimin bu hastalığı bilinçli olarak yaydığı bile söylenebilir.- Herkes kendisine göre bir öteki oluşturmuş durumda. Kimisi bir halkı, kimi bir dili kimi bir mezhebi kimi cemaati… Kimi bir akrabasını kimi bir komşusunu kimi bir din kardeşini… Ötekileştirilen insanlar, ardından kopan ilişkiler ve oluşan çatışma zemini… Ve ardından bu zemin üzerinden çatışmalar meydana getirip projelerini uygulayan sömürgeciler… Unutulmamalıdır ki ötekileştirme hastalığının yaygın olduğu toplumlar, kırılgan ve çatışmaya müsait bir yapıya sahip olurlar.
Hele bu hastalığın, Batı düşüncesine karşı mücadele veren hassasiyet sahibi İslam davetçilerine sirayet etmesi başka bir tehlike olarak karşımızda duruyor. Bu durum iki istenmeyen neticeye sebep olur: Birincisi toplumu ilgilendiren, ikincisi davetçilerin kendisini ilgilendiren…
Bir İslam davetçisi yaşadığı toplumun bazı eksiklerinden yola çıkarak onu ötekileştirirse toplumla bağını kesmiş olur ki; bu hem tebliğin yolunu kapatıp marjinalleşmeye hem de ileride düşmanlığa evrilebilecek bir ortama sebep olur. İslam düşmanlarının istediği de tam bu olsa gerek. İkincisi ise bu hastalık, davetçi fertlerin arasında bir kopukluğun ve sürtüşmenin oluşmasına sebebiyet verir ki bu da İslam toplumunun zayıflamasını beraberinde getirir.
Hâlbuki İslam, ayeti kerimede ‘Renklerinizin ve dillerinizin farklı olması Allah’ın ayetlerindendir…’ diyerek farklılıkları Yüce Allah’ın bir ayeti olduğunu vurgulayıp farklılığı fıtri bir durum olarak görür. Yine İslam farklılığın bir çatışma unsuru değil tanışma sebebi olduğunu söyler. İslam gittiği tüm beldelerde insanların farklılıklarını yok etmeyi değil yaşatmayı hedeflemiştir. Bugün İslam coğrafyasında her halkın kendi örf, adet ve geleneklerini muhafaza ederek İslam’ı yaşaması buna en açık örnektir.
İslam’ın hâkim olduğu dönemde Endülüs’te, Kudüs’te yine Osmanlı döneminde Hristiyanlar, Yahudiler, Ermeniler Müslümanlarla birlikte yüzyıllarca sorunsuz yaşadılar. Ne zaman ki Batının parmağı Osmanlı topraklarına girdi işte bu sorunsuz hayat sorunlarla dolu olmaya başladı.
Peki, İslam’ın ‘ötekisi’ yok mudur? Elbette İslam’ın da bir ötekisi vardır ama bu öteki; insanlığın huzuru içindir, insanlığın adaleti içindir, mazlumun hakkı içindir. İslam’ın ötekisi haksız yere masum insanlara savaş açıp zulmeden tüm zalimlerdir.
Yaşadığımız toplumumuz yıllardır uygulanan projeler yoluyla İslam’dan -fikri ve ameli- uzaklaştırılmış olduğunu unutmamız gerekir. İslam davetçileri olarak bugün yaşadığımız toplumu ötekileştirmeden onlarla diyalogumuzu geliştirmeliyiz. Akrabalarımızı, komşularımızı ve arkadaşlarımızı -fikirleri ne olursa olsun- İslami çerçevede onları ziyaret etmeli, İslam’ın güzelliklerini onlara bizzat pratiğimizle göstermeliyiz. Bunu yapmadığımız takdirde toplumumuzu İslam düşmanlarının eline teslim ettiğimiz gibi yaşanan diyalogsuzluğun yine İslam düşmanları tarafından çatışmaya dönüştürmesine zemin hazırlamış oluruz. Allah’ın Resulü’nün kendisine inanmayan akraba ve komşularını sürekli ziyaret ettiği halde bizim sırf düşüncesi, partisi, cemaati farklı diye Müslüman toplumumuzdan uzak durmamız ne kadar doğru olur?
Yine birlikte çalıştığımız kardeşlerimizin de hepsinin bazı konularda düşüncesi aynı olmayabilir. İslam dairesi içerisindeki farklı fikir ve görüşlere saygı duymalı ve birbirimize tahammül edebilmeyi öğrenmeliyiz. Farklı düşüncelerimiz aynı hedefe doğru birlikte yürümemize engel olmamalıdır. Şunu hiç unutmamız gerekir ki ya bu topraklarda birbirimize tahammül edip hep birlikte yaşamayı öğreneceğiz ya da hep birlikte -Allah muhafaza- kaybedeceğiz. Ve yüzyıllardır topraklarımız üzerinde hesap yapan emperyalistlerin farklılıkları çatıştırmaya çalıştığını bir an olsun aklımızdan çıkarmamalıyız.
Toplum olarak birlikte yaşama kültürünü başardığımız zaman inanıyoruz ki hem kardeşliğimiz güçlenecek, hem toplumumuzun İslam’ın güzellikleriyle tanışması kolaylaşacak hem de İslam düşmanlarının aramıza fitne sokmasına engel olmuş olacağız.
Kaynak:HÜR24 Haber
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.