İman Konusunda Ne kadar Samimiyiz?
Bizler toplum olarak konuştuğumuzda herkes kamil anlamda iman ettiğini ve samimi olduğunu söyler durur. Ancak gerçekten öyle miyiz?
Mesela hayatımızın bütün aşama ve noktalarında; işimizde, evimizde, içinde bulunduğumuz ortamlarda ve karşılaştığımız sorunlarda iman esaslarına göre mi hareket ediyoruz? Yoksa bildiğimizi mi okuyoruz?
Oysa iman lafla geçiştirilecek bir şey değildir. Onunda ispata ve pratiğe ihtiyacı vardır. İman insanı harekete geçirir ve Hakkı uygulamak zorunda hissettirir.
Zamane insanları olarak bizler imanın 3 esası olan; “dil ile söylemek, kalp ile tasdik ve amel ile ikrar” prensibini yeteri kadar uygulamıyoruz. Her şeyimizde olduğu gibi sözlerimiz, fiiliyatımız, amellerimiz, inançlarımız hep lafta kalıyor. Kalbimize, özümüze ve davranışlarımıza kamil anlamda hakim olmuyor.
Burada 20.Yüzyılın öncü âlimlerimizden Şehid Seyyid Kutub’a başvuralım:
"İman; sadece söylenip geçirilen bir cümleden ibaret değildir. İman, bizim hayatımızı belirli ölçüler dahilinde nizam ve intizama sokan en önemli unsurdur. Allah’a imanın manası, ibadet ve Rububiyet hususunda ilah olarak tek başına Allah’ı tanımaktır. İnsan vicdanına hakim yegane gücün Allah’ın gücü olduğuna ve hayatın her yönüne O'nun kudretinin hakim olduğuna inanmaktır. "
Bizler İslama iman ettiğimiz halde nedense İslamı tam olarak içselleştirmediğimiz için toplumda sorun ve sıkıntılar bir türlü bitmiyor. Sonradan bazı kendini bilmezler sorunun kaynağı olarak aziz dinimiz İslamı gösterme cüret ve küstahlığında bulunuyorlar. Oysa sorun İslamdan değil, şahıs, cemiyet, toplum ve insanlık olarak İslamı tam olarak içselleştirmediğimiz, ihlas ve samimiyetle sarılmadığımızdan kaynaklanıyor.
Aynı durum rızık konusunda da karşımıza çıkıyor.
İmanın şartlarından ilki olan ALLAH’a ve sıfatlarına iman ediyoruz. “Rezzak, Rahman ve Rahim” gibi sıfatlarına da gönülden, şüphe duymadan tam bir teslimiyetle iman ettiğimizi iddia ediyoruz. Ancak konu pratiğe dökülünce ne yapacağımızı şaşırıyoruz. ALLAH’ın bu sıfatları ve Yüce Kitabımız Kur’an’da her canlının rızkını verdiğini okuduğumuz halde (Ankebût 60, Zâriyât 58, Hûd 6 gibi) işsiz kalan birini gördüğümüzde veya başımıza geldiğinde hemen, “şimdi ne olacak? Geçimini nasıl temin edecek? Bu devirde iş bulmak kolay mı?” gibi söylem ve itirazlara başvuruyoruz.
Hani iman etmiştik! Öyleyse bu tevekkülsüzlük ve inanç zayıflığı neden? Hele açığa alma ve ihraçların sık yaşandığı bugünlerde memuriyetten atılanlar için bu durum sık karşılaşılan bir hal aldı.
Oysa rızık verenin ALLAH olduğuna iman ediyoruz ve rızkın ecel gibi kaderi mutlak olarak belirlendiği ayet ve hadislerde bize bildiriliyorken bu inanç zayıflığı ve kanaatsizlik neden? Bir kapıyı kapatan Mevla başka kapılar açmaya kadirdir. Yeterki bizlerin iman ve kanaati tam olsun. Kafamızdan ve gönlümüzden şeytanın vesvesesi olan “Acaba”ları çıkaralım.
“Eceliniz sizi nasıl takip ederse, rızkınız da öylece takip eder...” -Taberânî-
Unutmayalım ki; kadere iman eden kederden emin olur.
Yazıyı Nesimi'nin "Minnet Eylemem" şiiri ile noktalayalım...
Har içinde biten gonca güle minnet eylemem
Arabi, Farisi bilmem, dile minnet eylemem
Sırat-i müstakim üzre gözetirim Rahimi
iblisin talim ettiği yola minnet eylemem
Bir acaip derde düştüm herkes gider karına
Bugün buldum bugün yerim, hak kerimdir yarına
Zerrece tamahım yoktur şu dünyanın varına
Rızkımı veren Huda'dır kula minnet eylemem...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.